8.Bölüm

44 5 6
                                    

Toya'nın anlatımından

O gece yarısı yine onların yanına gitmiştim. Elimde mor sümbüllerle...Yere eğilip onları selamladım.
"Anne, baba ben geldim."
Şimdiden içim boğulmaya başlamıştı. Kalbim hissettiğim pişmanlıkla yanıyordu. Ağlamak istedim ama başaramadım. Hiçbir zaman duygularımı ifade etmekte iyi olmamıştım. Yan yana duran mezarların üstündeki tozları yanımda getirdiğim bezle sildim ve mezarın etrafında kurumuş,kötü ot var mı diye kontrol ettim varsa temizledim. Mezarlığın yanındaki kuyudaki kovaya yakınlarda bulunan bir çeşmeyle su doldurup mezara kadar götürdüm. Suyu dökmemle birlikte suyu emmeye başlayan toprağı izledim. Ayın ışığı tam da anne ve babamın mezarlığı üzerinde yansıyordu. Acaba içimdeki duygular da bu mezarlıkların içinde miydi? Babamın beni bir kez olsun normal bir çocuk olarak gördüğü zaman var mıydı acaba? Olsun ya da olmasın kalbimde oluşan boşluk acıtıyordu. İkisinin mezarının ortasına geçip mezarlıklara yaslandım. Öyle dururken ne kadar zamanın geçtiğini hatırlamıyordum. Sadece bu süre boyunca onları düşündüğümü ve içimdeki hisleri hatırlıyordum. Mor sümbüller de elimde kalmıştı. Hemen onları mezarlarına koyup ayağa kalktım.

Yolda yürürken bir armanın yerde parladığını gördüm. Bu Anorya'ya ait bir armaydı. İçimin derinliklerinde istemsiz bir şekilde ölesiye bir nefret hissettim. Bu his çoğu zaman kontrol edilir olmuyordu. Bu armaya sahip kişinin derisini soymak ve ona işkenceler yapmak istedim. Kesinlikle bana uzak bir duyguydu bu. Bu çok caniceydi ama aklımı kendim yönetemiyordum. Böyle şeyleri hiç kimseye karşı hissetmek istemiyordum. Kendi duygularımla savaşırken çalıların arasından birisini gördüm. Bir şeyi arıyor gibi gözüküyordu. Elim kılıcımın kabzasına gitti ve çalıların arasına daha fazla yaklaştım. O kişinin kim olduğunu anladığım an kalbim o kadar hızlı atmaya başlamıştı ki kalbimin sesi bir kuşun kanat çırpışına benziyordu. Turuncu saçları ıslandığı için daha koyu duruyordu. Üstü de ıslanmıştı. Acaba neden ıslanmıştı? Birisi ona saldırdığından mı?

Ben onu gizlice izlerken o etrafta bir şeyler arıyordu. Gözüm elimde tuttuğum armaya kaydı. Sanırım bunu arıyordu. Bir saniye daha düşünmeden çalıların arasından çıktım.
"Bunu mu arıyorsun?"
Bana doğru dönüp şaşkın şaşkın baktı. Sonunda beni tanıyınca elindeki hançeri sıktığını farkettim. Fakat asla ona saldırmak gibi bir isteğim yoktu.
"Evet dersem ne yapacaksın?"
Armanın sahibinin o olduğunu anlayınca o armaya karşı olan nefretim toz olup uçmuştu.
"Bana ait olan şeyi verirsen ben de sana armanı vereceğim."
Tereddütlü bir şekilde sol cebinden bir arma çıkardı. Ona doğru yürüdüm. Ona yakın hissetmek istedim. Aynı anda armaları uzatıp birbirimize verdik. Elleri...sıcacıktı. Onun ellerinin sıcaklığı benim vücuduma hücum ederken yanaklarımın ısındığını hissettim. Umarım bu belli olmamıştır diye umdum. Ellerimi yavaşça çekip onun yüzüne daha fazla bakabilmek için vakit kazandım. Rahatsız olmuş gibi görünüyordu bu yüzden hemen gözlerimi kaçırdım.

Gitmeye hazırlanıyor gibi duruyordu. Onunla daha fazla vakit geçirmek için aklımdan ilk geçen soruyu ona sordum.
"Kayıp mı oldun?"
"Hm?"
Şaşkınken çok sevimli duruyordu. Dudağımın kenarının istemsizce kıvrıldığını hissettim.
"Anorya'ya kadar olan yolu sana gösterebilirim."
Benden şüphelendiğini gösteren bir bakış attı bana.
"Yok, sağol."
"Ah, tamam."
Yaptığım teklifin saçmalığını anlayıp arkama döndüm ve hızla mezarlığa geri döndüm. Yanaklarımın utançtan pembeleştiğini tahmin ediyordum. Bir Anoryalı'ya,en güvenilir kişi denen bir kişi olsa ona bile güvenmeyecek Anoryalı'ya, yolu göstermeyi teklif etmiştim. Ve o an hiçbir Anoryalı'ya bu kadar nazik davranmadığımı hatırladım. Genelde göz göze geldiğimiz o an kişinin kafası vücudundan ayrılmış oluyordu. Bunlar daha çok şanslı saydıklarımdı. Şimdi ise o çocuğa elimi kaldırmaya bile kıyamamıştım. Neler oluyordu? Bunları yapmam normal miydi?
"Bekle!"
Arkamı dönünce onu gördüm.
"Düşündüm de belki yardımına ihtiyacım olabilir."
Daha önce yaptığımı düşünmediğim bir gülümseme yerleştirdim yüzüme. Daha önce onu gördüğümde hissettiğim gibi içimde bir bağ koptuğunu hissettim.
"Tabii ki."

Bir süredir yürüyordum ve ikimizde hiç konuşmamızın. Daha onun ismini bile öğrenememiştim. Ama bunu şüpheli gözükmeden nasıl yapıcaktım ki? O bana tam olarak güvenmiyordu, ben de ona. Birden rüzgarın esmesiyle onun titrediğinu gördüm. Her yeri ıslakken hasta olacağından endişelenip omzuma attığım pelerini çıkarıp ona verdim.
"Bunu kullanabilirsin."
Pelerini tereddütlü bir şekilde bakıp eline aldı ve pelerini inceledi. Bir şey olmadığına inanmış olacak ki pelerini tüm bedenine sardı. Pelerini eline alıp kullanması bile imkansız bir şeymiş gibi gülümsedim.
"Kusura bakmayın ama kafayı mı sıyırdınız?"
"Belki de."
Senin ilginç güzelliğin karşısında demek istedim. Fakat boynundaki kızarıklık farketmemle yüzümün solması bir oldu. Biraz çekinerek de olsa sordum.
"Boynuna ne oldu?"
"Ha? Şey bir şey değil *minik* bir küçük anlaşılma."
Verdiği cevaptan tatmin olmamış bir şekilde ona baktım ama yine de bir şey diyemedim ve yola devam ettik.

Anorya'nın sınırlarına yaklaştığımızı anladığımda içimdeki nefret yine büyümeye başlamıştı. Onun sesiyle kendime geldim.
"Buradan sonrasını kendim giderim."
Kendine sardığı pelerini bana doğru uzattı.
"Sende kalabilir."
"Ah, tamam."
Bir süre sessiz kaldık. Sonra aynı anda,
"İsmini-"
Turuncu saçlı çocuk biraz duraksadı sonra cevapladı.
"Akito."
"Ne hoş bir isim."
İsminin Akito olduğunu öğrendiğim çocuk telaşla yutkundu. İsmini öğrenmemin bir sorun çıkaracağını düşünüyordu belli ki.
"Sen?"
"Toya. Yalan söylemediğime yemin ederim."
"Çarpılıcaksın."
"Ne..."
(TAMAM BURASI OLMAMIŞ VARSAYIYORUZ...)
Sonunda birbirimizden ayrıldığımızda iç çektim. Ayrılmak zorunda olmamız beni yalnız hissetirdi. Ama bir daha karşılaşacağımızı hissediyordum. Bunu kesinlikle Emu'ya anlatmalıydım.

☆☆☆☆☆

Nene sıkıntılı bir şekilde iç çekti. Elindeki kahveyi camın kenarında duran sehpaya bıraktı ve yine cam kenarında duran koltuğa dışarıyı görebilecek şekilde oturdu. Her zamanki gibi Rui'yi bekliyordu. Hiçbir zaman yerinde durmayan çocuk bu seferde gece yarısında bitki özü toplamaya karar vermişti. Nene'ye de yanında bir arkadaşını da götüreceğini bu yüzden endişe etmemesini söylemişti. Ama o kadar zaman geçmişti ki endişelenmeden duramıyordu Nene. Önüne gelen uzun açık yeşil saçlarını arkasına attı,evin yalnızlığı ve sessizliğinde oturmaya devam etti. Bir süre sonra gözlerinin kapanmaya başladığını hissetti ve uyuyakaldı.

Rui, Nene'nin ona verdiği yedek anahtarla içeri girdi. Kendi evine gitmeden önce Nene'nin evine uğrayacağına söz vermişti. Fakat evde bir canlının olduğuna dair bir belirti yoktu. Rui salona doğru ilerledi. İşte orda camın kenarındaki koltukta elinde yarısı bitirilmiş bir kahve fincanıyla uyuyakalmış Nene'yi gördü. İstemsiz bir şekilde gülümsedi. Onunla çocukken tanışmıştı. Bir gece ansızın kapıda belirmişti ve öldürülmek istemediğini söyleyip Rui'nin omzunda ağlamıştı.
Rui elindeki anahtarı koltuğa bırakıp Nene'nin üstüne örtmek için bir şeyler aradı. Sonunda elinde yorganla gelip Nene'nin üstünü örtünce rahat bir nefes verdi. Yolda Tsukasa ve Akito'yu gördükleri için biraz oyalanmışlardı. Akito'nun ortadan kaybolduğu ve Mizuki'nin dayanamayıp olanları söylemesiyle bu süre hayli hayli uzamıştı. Ama sonunda rahatlayabilirdi. Gözleri yavaşça kapanmaya başladı ve koltukta Nene'nin yanında kıvrılıp uyuyakaldı.

Bir bölümün daha sonuna geldik!

Bu bölümü okurken mor sümbülün anlamına internetten bakarsanız ve bölüm hakkında fikirlerinizi belirtirseniz çok sevinirimm

Kopartılması Gereken Bağlar (Akitoya)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin