•𝘉ö𝘭ü𝘮 1•

62 10 29
                                    

1500'lü yılların soğuk ve kasvetli geceleri... İnsanlar yanlızca tek bir doğruya inanıyor ve bu doğruya tapıyorlardı. Bu gece de, sonsuza dek sürecek bir kabusun başlangıcı gibiydi.

Gece bile, insanların bu tutumundan nasbini almıştı; bencilce hareketlerde bulunarak, ayın güzel ışığından Prensi mahrum bırakıyordu.

Gözlerini yeniden kaybolmaya başlayan parlaklığa çevirdi. Gecenin bu ruhsuzluğu gökyüzünden bile okunuyor, Ay bile kendi dogmatik bilgilerinden taviz vermeyen bir sembol gibi görünüyordu.

Yüzündeki maskeyle oynadı. Sarı saçlarına karşın, lav kadar kırmızı ve güzel gözlerini ortaya çıkartacak kadar altın işlemeli bir maskeydi. Mavi gözleri, ailesinden miras aldığını belli edercesine ben buradayım diyordu. Gözlerinde okyanusu saklıyor, aynı zamanda toprağını ve ateşini bekler gibi bakıyordu. Yanmak için bakınıyordu...

Ne de olsa her denizin bir karası vardı ve o da karasını bekliyordu. Nedensizce umut etmişti. Hissetmişti. Onun geleceğine emindi. Ancak o, bu maskeli balo başladı başlayalı ortalıkta yoktu. Verdiği sözü tutmamıştı, onu bırakmış bir daha haber dahi vermemişti. Ne olup bittiğini bilse de ondan bir kaç cümle duyamamak canını acıtıyordu.

Okyanusu taştı. Yanaklarından bir nehir çizercesine güzel dudaklarına geldi ve oradan sonra döküldü. Nefesi rüzgara karıştı ve hissizleşti. Elindeki altın varaklı şarap bardağından bir yudum daha aldı ve çehresinde oluşan o yeni ve ıslak nehirlerden kurtuldu.

Son kez bu gecenin bencil sembolüne benzettiği aya baktı ve arkasını dönüp büyük kapılardan içeri girdi.

Sessiz bir giriş ardından kenara çekildi ve yeni bir bardak ile etrafı gözlemlemeye başladı. Bu dünyadan sıkılmıştı. Bu geri kafalı insanlardan, belli kalıplara uymaktan sıkılmıştı. Onun tek kalıbı vardı, o da sonsuzluktu.

O belli bir çevreye ait değildi, o her yere aitti. Ama tek bir yer vardı ve oraya ait değilmiş gibi hissediyordu. O da şu an bulunduğu konuma, çevreye ve insanlara.

Bu yüzyılda olmaktan nefret ediyordu. İnsanların varsa yoksa Tanrı demesinden, rahiplere gözü kapalı güvenip arkada dönen işleri yok saymasından nefret ediyordu.

Bu konumdan tiksiniyordu. Getirdiği sorumluluklardan, o uzun saçma isimden, gözlerin üzerinde olup beklentilerin büyük olmasından...

Bu çevreden iğreniyordu. İnsanlar tarafından hor görülmekten, konuşulmaktan, parmakla gösterilip saygısızca anılmaktan, sonsuza kadar da iğrenecekti.

O bu hayattan nefret ediyordu. Onu buraya bağlayan tek şey... Onun olması hissiyatıydı.

Şu an bile, kendi doğduğu günde olan maskeli baloda bulunmaktan hoşlanmıyordu. Tüm hisleriyle, bedeninin her zerresi ile bulunduğu bu salondan gitmek istiyordu.

Altın işlemeli perdeler, büyük gösterişli şamdanlar ve yanan mumlar, üstüne üstlük koskocaman avize... Soğuk duvarlar bile ona sırıtıyor gibiydi. Onu köşeye sıkıştırmış, onunla dalga geçiyor ve bakışlarını çekmiyor gibiydi.

Duvardaki tablolar saçma bir şekilde güzel geliyordu. Tek güzel gelen tablolardı nedense. Sanata ilgisi oldukça yüksekti, üstelik her zaman onu hatırlatıyordu bazı resimler ona. Onun saçlarına sahip saçları görüyor, onun cüssesine benzetiyordu. Onun balçık gibi içine çeken gözlerini kendi denizinde hissediyordu adeta.

Çehresini andırıyordu, her bir santimini, milimini... Bakışları geliyordu aklına, herkese soğuk olan ve nefret saçan bakışlarda kendi denizlerini görmesi ile nasılda yumuşuyor ve parçalanıyordu o soğukluk. Adeta kayanın düşüp birden toz olması gibi, sanki soğukluk hiç yokmuş gibi ona bakınca dağılıyordu.

The Forbidden Hearts Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin