daha bilincini ilk kazandığı andan itibaren beomgyu'nun insan olduğu hakkında şüpheleri vardı. yaralandığında yarasından gelincik kırmızısı kanlar akıyor, yorulduğunda diyaframı şişiyor ve güneş onda lekeler ve çiller bırakıyordu; her insan gibi. insan olmaması için hiçbir neden yoktu. o da herkes gibiydi.
ama sekiz yaşındaki bir çocuk için insan olmak benzer olmak değildi. çiçek tarlasındaki çiçekler, gökyüzündeki yıldızlar da insan olurdu o zaman. bir bütünün içinde olmak yeterli değildi, önemli olan yapbozun bir parçası gibi hissedebilmekti.
okul bahçesinde kovalambaç oynayan yaşıtlarını izlerken köşedeki banklarda oturur, şarkılar mırıldanarak diğerlerinin hareketlerini incelerdi. onun farklılığı sevdiklerinden gelmiyordu. herkes mavi ve pembeyi severken yeşil rengini seven arkadaşı hyunseo'yu kimse dışlamamıştı, en az sevilen mevsim olan sonbaharı tercih ettiğinde jimin'e de kötü tepki vermemişlerdi.
beomgyu insanları anlayamıyordu. bir arkadaşı kahve rengini, veya kurabiyeleri, veya elmaları seviyorsa bu onun için hiçbir şey ifade etmezdi. sonuçta, en kibarca tabirle söylemek gerekirse, ona neydi ki?
o, sokağın ortasında palyaço kıyafetli bir adam görse bakması gerekenden bir salise bile fazla bakmazdı. belki de baksa daha iyi olurdu. belki de araya karışabilmek için gözlerini yuvalarından çıkartmalı ve palyaçonun üzerine atmalıydı. domates atar gibi. belki de gözleri patlayınca ve her yere kan sıçrayınca ve en sonunda gerçekten arzuladıklarına bakmayı kesince insan olabilirdi. palyaçoya bakınca mesela.
tamam, belki de beomgyu'nun farklılığı sevdiklerinden geliyordu, ama ne olursa olsun bunun neden bu kadar büyük bir sorun teşkil ettiğini anlayamıyordu. her şey basitti onun için, büyükannesinin sevgisi ona hiç zarar vermemişti. sevgi kadar doğal, bu kadar güzel bir şey için farklı görülmeyi anlayamıyordu.
ilk aşık olduğunda lise sondaydı. bazen, anlık yaşadığı heyecanlarda, dünyadan daha fazla olan sevgisinin ayın yörüngesini değiştireceğinden korkardı. ayı ve yıldızları yerinden oynatacak türden bir aşktı, en azından beomgyu için öyleydi.
aşık olduğu kişi hep renkli lensler takan, siyah saçlı bir çocuktu. ilk defa öğle arasında okulun bahçesinde karşılaşmışlardı. lisede çok değişmişti; artık arkadaşları vardı, spor yapıyordu ve kızlar peşinden koşuyorlardı ve belki hep biraz üzgündü ama seviliyordu. kabul ediliyordu.
o gün lila renkli lens takmış olan çocukla yan yana oturmuşlardı. o çocuk pek sevilen biri değildi, arkadaşları beomgyu'yu onun ibne olduğu hakkında uyarmışlardı ve beomgyu atılan kahkahalara katılarak bu tarz insanlarla arkadaş olunmaması gerektiğini söylemişti.
kiraz mevsimi olduğu için sonsuz pembeliklerin arasında, kucağına konan kiraz ağacı yapraklarını parçalarken sormuştu. "sevilmemeyi nasıl kabullenebiliyorsun?"
karşısındaki ona kızabilirdi, ne saçmaladığını sorabilirdi ve onu orada bırakıp gidebilirdi. ilk defa tanıştığınız birine sorulmaması gereken 10 soru listesinin başını çeken bir soruydu. ama o sadece beomgyu'ya bakıp gülümsemişti.
"korkarak yaşamak bana göre değil."
ve onu öpmüştü.
aylar sonra, beomgyu'nun odasındaki karanlıkta parlayan büyük ayı takımyıldızının altında el ele yatarlarken çocuk konuyu tekrar açmıştı. ona kim olduğunu bildiğinde bunu saklamanın kendisine yapabileceği en büyük ihanet olduğunu söylemişti. beomgyu'ya kendisinden neden bu kadar nefret ettiğini sorduğundaysa beomgyu o kadar çok ağlamıştı ki gözlerinin şişliği inmediği için sonraki gün okulu asmak zorunda kalmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
kedilerin alışkanlıkları | yeongyu
Fanficbazı şarkılar vardır, sokak kedilerinin tüylerindeki silinmez kir tabakası gibi üstünüze yapışıp kalır. yeonjun aslında ondan kaçmak için çok çabalamıştı. beomgyu, yeonjun | gerilim/doğa üstü