8

29 4 2
                                    


"masa 9'a üç fıçı!"

birkaç kasayı birleştirerek inşa ettikleri üstünkörü sahne masaların en ortasında, zeminden bir süt kutusu kadar yüksekteydi. etrafından dolanarak geçen garsonlar ve sürekli oturup kalkan müşterilerin arasında ise o, müzede sergilenen bir eser gibi kutsal ve dokunulmazdı. 

mekanın içi bir gemiyi hatırlatacak gibi dekore edilmişti. zemin, duvarlar, kapıların hepsi tahtaydı. pek iyi monte edildikleri de söylenemezdi, yanından geçen her garsonla beomgyu'nun çakma sahnesi hafif bir deprem olurmuşçasına sallanırdı.

kaptan'a bunu söylediğinde ona sadece gözünün ucuyla bakıp sallantının ona denizin dalgalarını hatırlattığını söylemişti.

masaların üstünde masa örtüsü yerine kalın ipli fileler, tavandan sarkan süslü avizeler yerine duvara montelenmiş sarı loş ampuller vardı. arkadaşlarının söylediklerine göre ışıklar eskiden loş değildi, ampuller güçlerini kaybetmişlerdi sadece. beomgyu parlak ışıklardan pek haz etmezdi. ampulleri tüketen zamana içten içten şükrediyordu.

onun sayesinde artık masalar hep doluydu. yataktan çıkmadığı ve telefonu olmadığı için adeta bitkisel hayat yaşadığı o soğuk aylar boyunca varlığının kasabada ne kadar bilindiğini fark etmemişti. sadece sesi biliniyordu, yüzü sanki onu tanıyan herkes tarafından dikkatlice saklanmış gibi ortak bir sır olarak kalmıştı.

ellerinde piyasada buldukları en ucuz mikrofonu tutarken dikkati onun üzerinde olmayan müşterileri teker teker izledi. böyle olması daha iyiydi. bazen en güzel söylediği şarkılarda çatal bıçağın kulak tırmalayan çarpışması kesilir, meyhanenin hep arkaplanda çalan o homurtusu dinerdi. birkaç saniyeliğine dünya durur, oltayla çekilen bir balığın tüm güvertece heyecanlı bir sükûnetle karşılanması gibi şarkısı birkaç saniyeliğine müşteriler tarafından sindirilirdi. ardından da kimsenin fark etmediği hızda ve pürüzsüzlükte bir geçişle yemeğe geri dönülürdü.

ama akşamları saat 9'dan meyhanenin kapanışına kadar gözlerini ondan ayırmayan birisi vardı. sadece çalışanların kullandığı arka kapıdan içeri süzülür, eşyalarını beomgyu'nunkilerin yanına bırakır ve hep ona rezerve kalan iki kişilik masada otururdu. sahnenin hemen yanıydı, beomgyu'nun dönerek şarkı söylediği kasalara birkaç adım uzaktaydı. ellerini uzatsalar parmak uçlarının dokunacağı bir uzaklıktaydı. 

gün bitiminde, son şarkı çalındığında ve hoparlörlerden çalan melodi kesildiğinde beomgyu sahneden zıplayarak inip sevgilisinin onu hep bekleyen kollarına atladı. etraflarında, boşalan meyhanenin zeminini ve masalarını silip süpüren iş arkadaşlarının ortasında kimseden utanmadan ve başı dik bir şekilde sevebiliyordu. burası öyle bir yerdi. dünyayla ilişiği kesilmiş, sosyal kavramların eriyip bükülerek imkansız bir ütopya yarattığı bir tür harikalar diyarıydı. yıllardır içinde büyüdüğü küçük dindar kasabalara has homofobinin burada olmaması onu sarhoş ediyordu. mikrofonu tutan elini sevgilisinin beline geçirip dudaklarına bir öpücük kondurdu.

bir elinde faraş, diğer elinde süpürge ile yanlarından geçen kısa pembe saçlı, adının mina olduğunu öğrendiği arkadaşı yanlarından geçerken beomgyu ile göz göze geldi. yüzünü buruşturup öğürme sesleri çıkararak oradan uzaklaşırken yeonjun kıkırdayarak mina'ya eliyle hareket çekti.

beomgyu iş üniformasını çıkarıp günlük kıyafetlerini giymek için yeonjun ile el ele mürettebat odasına yürürken kaptan'ın büyük eli omzuna dokunarak onu durdurdu. yeonjun ile sanki sevgili değil de aynı rahmi paylaşmış ikizler gibi tüm hareketleri, tepkileri aynıydı. durdular, kafalarını çevirdiler ve onlar için artık bir tür baba figürü hâline gelmiş kaptan'larına gülümsediler. kaptan yeonjun'un saçlarını karıştırarak onlara baktı.

kedilerin alışkanlıkları | yeongyuHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin