"Hiçbir zaman doğru insan çıkmaz karşına... Ya zaman yanlıştır ya da insan." der Dostoyevski. Vicdanımızın bize layık görmediği bir mutluluğa nasıl el uzatabiliriz ki? Kalbindeki yılan çoktan etrafını sardı, dünya denen çöplüğü daha iyi bir yer hali...
Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Puslu bir Seul gecesi. Son model bir sedan Han köprüsünde ilerliyor ama kimse bu aracın mezarlıktan geldiğini bilmiyor.
Yoona elindeki toprak kalıntılarına ve ayakkabılarındaki çamura baktı. Hiçbir şey hissedemiyordu. Beynine felç vurmuşçasına tüm duyguları tuzla buz olmuş, dünyayla arasına kalın bir perde inmişti.
Erirse bozulacağını bile bile donmuş bir okyanusun üzerindeydi ama yapabileceği bir şey yoktu. Nefret bile edemedi kendinden.
Bu esnada telefonuna gelen mesajla gerçekliğe döndü, kısa süreliğine. Yan koltuğundaki cihazı eline alıp gözlerini ekrana dikti.
Bilinmeyen Numara: Bunu hatırlıyor musun? *Fotoğraf
Bıkkınlıkla ekranı kapatmadan yan koltuğa geri fırlattı telefonu. Bu saatten sonra yapacağı hiçbir şey Hui'yi geri getirmeyecekti. Yapabileceği hiçbir şey yokken neden hala çabalıyordu? Dünyanın adaletini neden kendi sağlamak zorundaydı?
Hui'yi özlüyordu. Özlemek, en yabancı olduğu duyguydu belki de. Hui her canı yandığında, her göz yaşlarını içine akıttığında dinlendiği yerdi. Hala insan olduğunu hatırlayabildiği tek zaman onun yanında olduğu anlardı. Bileğinin ağrısıyla yüzünü buruşturdu. Tam da zamanıydı.
Gözlerini cama çevirdi ve şehri izledi. Neden kimse üzülmüyordu? Neden her şey olduğu gibi devam etmek zorundaydı?
Eve geldiğinde, eğer bir hafta öncesinde olsalardı annesinin üzerindeki çamurdan rahatsız olabileceğini düşünmek bile onu mahvetti. Şimdiyse annesi aşağı inip onu karşılamamıştı bile.
Salona girdiğinde beklemediği biriyle göz göze geldi. Min Yoongi. Kendini onunla uğraşmak için çok yorgun hissetti. Ama yapmak zorundaydı, kaçamazdı. Keşke dedi içinden, keşke beni de götürseydin Hui.
Min Yoongi karşısındaki çamur içinde kalan kadını inceledi. Durumun vahametini, bir insanın ölürken sadece kendi canını götürmediğine o an şahit oldu. Paçaları toprağa bulanmış, üstü başı toz içindeydi. Öyle ki tırnak aralarındaki çamuru görmek mümkündü. Ayağa kalktı ve gözlerinin içine baktı Yoona'nın. Kendini şanslı hissetti, bu acıyı yaşamamıştı henüz.
Yoona ise farklı duygular içindeydi. Tepeden tırnağa korkuyla doluydu. Karşısındaki adamın içini gördüğünü sandı bir an. Sabahlara kadar uyuyamadığını, aklını kaybetmiş gibi ortalıkta gezindiğini, kardeşinin mezarına papatyalar diktiğini anladığını düşündü. Ağlayamayacak kadar bitik olduğunu fark etti sandı.
İstemedi, kabuğundan çıkacağına ölmeyi tercih ederdi. Hem ölmek kötü bir şey değildi ki, kötü bir şey olsaydı kardeşi ölür müydü? Öle öle yaşayacağına sadece ölse daha iyiydi belki de.