Buraya Ücra deniliyordu.
Issız, kimsenin aklına gelmeyecek kadar tenha olan bu yerde, ölüm bile uğramaya korkarken bir tür akıl hastalarının yattığını ve halktan gizli deneylerin yapıldığını zannetsem de tam anlamıyla öyle değildi. Aslında burası herkesten uzaktı çünkü, gelecek adına, bizlerin torunları ve o torunların yaşayacağı topraklar için dikilmiş bir kurtuluştu. Bilim adamları sürekli bunu diyordu.
Peki ya gerçekten de öyle miydi?
Bana beyaz bol bir gömlek giydirdiklerinde ve benim hakkımdaki her şeyi detaylıca incelemelerini bitirdiklerinde, yeni bir deney faresi gelmenin azmini yaşayan kişilerden, yani bilim adımlardan birisi, karşımdaydı, uzun burunlu ve kare gözlüklere sahip, birkaç tutamını elektrik çarpmış bilim adamı sandalyesinde kıvrıla kıvrıla, ciddi ifadesiyle birlikte bana bu cümleyi söylemişti. Burasının bir akıl hastanesi olmadığını aksine toplumdan daha önemli ve özel yetenekleri olan insanların yer aldığını ve bu sözde özel ama sebepleri bilinmeyen yeteneklerle kuşatılmış insanların, bok düşse sineğin uçmak istemeyeceği Ücra'da tedavi gördüğünü anlatmıştı. Başta onu dinlemedim. Çünkü aklımda burasıyla ilgili merak ettiğim hiçbir şey yoktu. Ne de olsa birkaç aya kurtulur giderdim kafasındaydım.
Ama itiraf etmeliyim ki ilk birkaç ay boyunca çok zorlanmıştım. Bu yüzden de mistik kaçma hayallerim Ücra'nın klozetindeki bok suyuna düşmüştü.
Sürekli testlere tabi tutuluyor, her hafta görüşme yapmaya zorlanılıyor, bedenimin her bir zerresinde cirit atan değerli kanın sömürülmesine ve özellikle de dozların tokluk ile uyuşukluk arasındaki o evrede soktuğu azap verici hisse alışmaya çalışıyordum.
Ha bir de pislik Chen'e ve her akşam ayriyeten azgınlaşan Hen'e.
Pek bir bilgim yoktu. Değerli kan grubundaki kanımla ve iyileştirici gözyaşlarımla neler yapılıyor hiç bilmiyordum ama insanlığın iyiliğine dair hiçbir şey yapılmadığı belliydi. Öyle olsaydı eğer hükümetin bucağında, korkunç derecedeki tatsız tuzsuz lapaları, sırf aman ölmeyelim de yaşama tutunalım diye bizlere sunmaz, it gibi muamele de görmezdik.
Zaten yemiyordum da. Tatları o kadar iğrençti, o kadar berbattı ki... Farenin bile bizlerden daha iyi beslendiğine emindim.
Ne var ki bu duruma alışmak zorundaydım.
Sonraki aylarda arada bir dışarıya çıkmam ve temiz bir oksijen almam dışında hayatım durağan, soluk ve cansız ilerlemişti. Bazen yanıma Chen pisliği gelip beni taciz etmesinin dışında kimse benimle konuşmuyordu. Aslında herkesin birbiriyle pek konuşası yoktu. Herkesin iletişimi kopuk ve neredeyse sıfırdı. Bunun en temel özelliği ise hayattan soyutlanmamız, hatta ve hatta kendimize karşı bile yabancı hissetmemizdi.
Ne kadar da berbat bir hayat. İnsanın burada var olan sağ psikolojisi bile bozulurdu.
Bozulmuştu da.
Denti'yi kaybetmenin acısını içime gömmemle birlikte, dışarıda geçirdiğim sefil hayatın ağırlığı yüreğimde ve zihnimde bana öyle bir baskı uygulamıştı ki Ücra'da geçirdiğim, her kuytu köşelerinde gizlenmiş canavarları saklayan karanlık gecelerde ya kabus görüyordum ya da saatlerce ağlayıp ortalığı birbirine katıyordum. Çünkü durmak istemiyordum. Kalmak istemiyordum. Gitmek istiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
PULSAR
Romansa~Distopik - Romantik~ "Beni mahvettin," dedim. Kelimelerim ağzımdan mırıltıyla çıkmıştı. "Evet," dedi gururla. "Seni mahvettim." ~ Dünya kaderinin tamamen büyük güçlerin elinde olduğu ve o güçlere karşı çıkanın ezildiği topraklarda gri gözlü olarak...