Başkalarına 'benzemek'

275 39 9
                                    

Otobüse binmiştin; bir yarın dingindi, öteki yarın alabildiğine tedirgin.

Çünkü sen, bir yerden bir yere gitmenin buruk heyecanıyla o yerden uzaklaşıyor olmanın boğuk sevincini daha otobüse bindiğin an duymuştun içinde.

Uyudun-uyandın, gecenin laciverdi boşluğunda silinip giden yollara, bir görünüp bir kaybolan ufuk çizgisine baktın; arada, dağılıp duran puslu sabaha, karşında alçalıp yükselen dik yamaçlara ve küçük tepelere bakındın.

Gün ağarmaya başlamıştı sen bu kente gelirken. Seni getiren otobüs, benzin istasyonlarını, dinlenme tesislerini ve ıslak asfaltları geride bırakmış; sen, sisli dağları ve bulanık rüzgârları da ardın sıra sürüklemiştin o kentten gelirken. Ve nedenini bilmeden, kendinden başka herkesi taşıyabilecek sesini de almıştın yanına kente girerken.

Otobüsten indin, sesini yitirdin. Oysa herkes kendi sesini arıyordu bu kentte.

Sen otobüsten inip kalabalığı gördüğünde, her biri kendi içindeki kuyuya birlikte düşebileceği, ama bir başkasının sesine yaslanmak istemeyeceği o kişiyi arıyordu.

Bunca gürültünün nedeni buydu.

...

Küçük farklılıkların dışında herkesin kendini ve benzerlerini onaylarcasına tekrarlaması, ideal yaşama biçiminin bir tek kendilerininki olduğu 'sapması'ndan kaynaklanıyor galiba. Birbiri ardınca geçen günler, mevsimler; hep aynı beklentiler, istekler, hayal kırıklıkları... Sonra o meşhum ve sonsuz bulantı ve sürekli bir sıkıntı hali... Bir de bakmışsın, geride bıraktığın, tekdüze geçip giden yıllar, yaşamdan hiç zevk almadan, aynı yöne akıp duran ırmaklara dönüşmüş.

Ama beni asıl ilgilendiren ve uzun zamandır bende merak konusuna dönüşen soru, insanların niye bu denli ve nasıl bir çırpıda bu kadar kolay 'benzeşebildikleri'dir? Heidegger'in önermesiyle soracak olursak: 'varlık' nasıl 'kişi-kendi' olmaktan kurtulup bu trajik geçidi parçalayarak 'ben-kendi' olabilir? 'Onlar' her yerde çünkü... Ama biz 'kendisi' olmaya çabalayan varlıklar, 'kişiler'in düşünceleriyle, 'kişiler'in istekleri, tutkuları, zevkleri, beğenileri ve eğilimleriyle çepeçevre kuşatılmış durumdaysak ve 'onlar'a itaat etmek istemiyorsak, 'benzerlerimiz'den ayrışıyoruz anlamına mı geliyor bu? Tıpkı neyi aradığını bilmeyen bir seyyah gibi dünyadaki yolculuğumuza yepyeni anlamlar ve deneyimler katmak için tehlikeli serüvenlere atılmış mıyız, korkularımızın üzerine gidebilmiş miyiz, başkalarının düşlerine, sevinçlerine ortak olabilmiş miyiz?

Değer yargılarımızdan, kibrimizden tam anlamıyla kurtulabildik mi gerçekten? Yoksa başkalarını anlamaya çalışmak yerine, hep kendimizin mi anlaşılamadığına inanıyoruz halen? Kimse bizi 'anlamıyor' mu sahiden; ve kimse kimseyi sevmiyor mu gerçekten?

Sence insan kendi varoluşunu 'tam anlamıyla', bütün hücrelerine değin hangi hallerde duyumsar; varoluşsal süreçlerini belirleyen 'temel duygu' hangisidir sence? Heidegger'e göre bu sorunun bir tek yanıtı var: Korku.

Bu önermeye her ne kadar sayısız felsefeci, akademisyen karşı çıksa da, kendi yaşamsal deneyimlerimden, tanık olduğum olaylardan ve okuduğum kitaplardan Heidegger'e hak vermek zorunda kaldım. İtiraz ettikleri şey şuydu: "Niye insanın varoluşunu duyumsaması 'korku durumunda' ortaya çıkıyor; 'mutluluk sarhoşu' olmuş birisi de varoluşunu duyumsayamaz mı?"

Camus'nün Yabancı'sından Saramago'nun Körlük'üne değin yüzlerce roman ya da filmde gördüğüm, belki birçok insanın gözden kaçırdığı olgu, kişinin mutluluk halindeyken veya gündelik koşuşturma içersinde sıradan bir hayat sürerken ilgi alanını kendi varlığına 'tam anlamıyla' yöneltememesiydi. Var olduğunu, yaşadığını anlaman için 'ölümle yüz yüze gelmen' gerekir; ilgi alanını kişinin kendi varlığına yöneltebilmesi için, o kişinin kendi varlığına yönelik bir 'tehdidin' oluşması gerekir öncelikle. Ancak benim burada 'ölüm' olarak nitelediğim şey, ölümün bizatihi kendisi değildir, bu sözcüğü daha çok sembolik anlamda kullanıyorum; 'varoluşsal kaygı' durumu, bir nevi 'değersizleşme hali' olarak anlayabileceğimiz bu kavram, sanırım gündelik ilişkilerimizde de 'yok sayılma'ya karşılık geliyor. Birileri bize 'yokmuşuz', sanki hiç yaşamıyormuşuz gibi davranmıyor mu, ansızın unutuvermiyor mu, terk edip gitmiyor mu, işte hepimizi çıldırtan da bu galiba; ama öte yandan sevdiklerimiz ya da sevdiğimizi sandığımız ne kadar insan varsa hayatımızda, 'onlar'ın gözünde değersizleşmemek için, varlığımızın mütemadiyen tehdit altında tutulmasından belki hoşnutluk bile duyuyoruz gizliden gizliye.

Beyoğlu-İstiklal Caddesi'nde iki kız arkadaşla, yemek yedikten sonra çay içmeye doğru giderken, içlerinden biri, "Ben kendimle barışık biriyim!" demişti; doğru muydu, sahiden inanıyor muydu buna?

Kendimizi ne kadar tanıyoruz küçük hanım; sen kendini ne kadar tanıyorsun, ben kendimi ne kadar tanıyorum? Ve biz, birbirimizi ne kadar tanıyoruz?

Benim dediğim gibi mi yoksa durum: Dil, insanlararası ilişkilerde iletişimi kuran değil, bozan bir şey mi gerçekten de? Şu anda dilin en küçük birimi ve yapıtaşı sayılan kelimelerle sana sesleniyor oluşum bizim ilişkimizi güçlendirecek mi sahiden, yoksa ileriki günlerde zora mı sokacak?

Bu sorunun cevabını ben biliyorum; sen biliyor musun?


MUTSUZLUK OYUNU [KİTAP OLDU]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin