Merhaba! Arayı yine açtık, farkındayız. Fakat özel sebeplerden dolayı tüm yazarlar bir araya doluşamadık, bu yüzden bu bölümü iki yazar yazabildik.
Bölümü beğenir misiniz bilmiyoruz, fakat bu bölüm, şuana dek yazdığımız en uzun bölüm! 7500 kelime civarı.Bu arada, bölümün içinde geçen tıbbi konularda, yaşanmışlıklardan yola çıkarak diyaloglar kurduk. Bir hatamız olduysa, affola.
Bölümü şarkıyla dinlemenizi öneririz, iyi günler!
Kalbimde büyük bir yangın çıkmıştı. Ama bu yangının ateşi beni ısıtmıyor, tam tersine üşütüyordu. Düşüncelerimi ateşe veriyordu kalbim, düşüncelerim dondurucuya atılmışlar gibi buz kesiliyordu. Kutay'dan, onun kurtulabilme ihtimalinden başka bir şey düşünemiyordum. Kurtulamazsa ne yapardım ben? Kimse yoktu yanımda. Annem, babam zaten gitmişti. Annem hala yanımda olabilirdi belki, ama o adam buna izin vermezdi. Kutay yoğun bakımda ne yapardı? O kadar makinenin, yabancı olduğu şeylerin arasında kime anlatabilirdi derdini? Ya da derdini anlatabilecek vaziyete gelebilir miydi?
Onu kendi ellerimle toprağa koymak, ya da onu toprağa koyan bir başka elleri izlemek istemiyordum. Açık oldukları sürece bana huzur veren, yanımda olmadıkları sürede bile arkamda beliren bir gölge gibi içindeki duygularla beni ısıtan gözleri, Kutay'ın su yeşili misketleri kapanmaya hazır değillerdi. Esnafların güne başlarken ilk işleri dükkanlarının kepenklerini açmak olurdu. Zorlanarak da olsa paslanmış ya da paslanmaya yüz tutmuş kepenkleri kaldırır, güne başlarlardı. Kutay'ın gözlerindeki ağırlığı kaldırmam gerekiyordu. Gücüm yeter miydi bilmiyorum, fakat ambulansın ümit kesen sirenleri eşliğinde herkesin nefret ettiği hastanenin kapısına geldiğimiz şu anda, Kutay'ın iyileşeceğine, Kutay'ın ele geçirdiği kalbimle inanıyordum.
Yolculuk boyunca ilk müdahaleleri yapan görevliler, hastanenin kirli beyaz sedyesine koydukları Kutay'ı, rahatsız edecek boyutta koşturarak ameliyathaneye yetiştiriyorlardı. Bende koşuyordum, elim Kutay'ın elinde, gözüm gözünde, kalbim kalbindeydi. Organlarımız kendi eşleriyle birleşmişken, ben Kutay'ın ameliyathaneden sonra konulacağı yoğun bakıma girdiğimde, kalbimde hissettiklerimi ağzımla mı söyleyecektim Kutay'a? Anlayacak mıydı beni? Yoksa kalbi boş mu kalacaktı bir an için?
Tereddütlerim, şikayetlerim, üzüntülerim ve birçok duygu bozukluğu ürünüm etrafıma taşıyordu. Buldukları delikten çıkmaya çalışıyordu onlar; beni düşündükleri yoktu ki. Hastanede bekleyemezdim ben. Tembellikten ya da 'sandalyede yatarsam vücudum uyuşur mu?' kuşkusundan dolayı değil. Etrafıma toplanan, içine girdiğim siste beni iyice boğan duygularım, hastanede iyice had safhaya çıkıyordu. Duygularımın yoğunluğundan dolayı şiir mi yazsam diyordum. Ama şiir sadece duygudan ibaret değildi. Duyguların etrafında toplanabileceği bir acı olmalıydı. Yaşanmışlıkların verdiği tecrübenin ellerinde yetişen kelimeleri doğru seçmek, içine de doğru miktarda aşk katmak lazım gelirdi.
Hoşuma gitmeyen şeylerden biride, yoğun bakıma giren ya da ölen birinin arkasından anlatılan anılardı. Hayır, bu güzeldi. Kimi zaman bende yapardım bunu. Ama insanı ağlatırdı. Herkesin önünde ağlamamak için lavaboya gider, içinde bulunduğunuz sessizliğe sessizlik katacak sessiz haykırışlarda bulunurdunuz. Ağzını haykırırken açtığın gibi aç-ses yerine duygularını çıkar-ağzını kapa. Ve bu zamandaki en büyük saflığınız da şu olurdu: Kendilerinden saklanıp, gizlice ağladığınız ve kızaran gözlerinizi fark etmediğini düşündüğünüz akrabalarınızın sizin ağladığınızı fark etmediklerini sanmanız. Ama şuan, Kutay'ı bekleyen, onun için endişelenen tek kişi ben olduğumdan, bu sıkıntıları yaşamayacak, hıçkıra hıçkıra ağlayabilecektim.
* * *