10-57 FOXTROT

35 0 0
                                    

Ford Crown Victoria'nın içindeyiz. Arabayı kullanan kişi Daniel. Hollywood bölgesinden Downtown bölgesine doğru gidiyoruz. Oldukça ağır hareket ediyoruz ve ikimizin de ağzını bıçak açmıyor. Birkaç dakika sonra telsizden sesler geliyor.

"Tüm aktif devriye birimleri, 10-21."

Aptal telsiz parazit sesleri. Beynimi kemiriyor.

"2-ADAM-9; Downtown bölgesinde aktif devriyemizi sürdürüyoruz." diyorum ve telsizi arabanın ön paneline asıyorum.

Daniel bana doğru bakıyor ve ardından tekrardan önüne doğru dönüyor. Bana bir şeyler söyleyeceğini anlıyorum ve bütün sorulara karşı kendimi hazırlıyorum. Ağzını açıyor, söyleyeceği cümlenin ilk harfini ağzından çıkartıyor ve derin nefes alarak susuyor. Tam bu esnada Daniel'ın ibne olduğunu düşünmeye başlıyorum. Çünkü bir erkek bir diğer erkek ile oldukça rahat sohbet etmeli. Bu tarz şeyler anca bir kız ile bir erkek arasında yaşanır. Biraz daha bekliyorum ve Daniel yine aynı hareketi yapıyor. Bir an için bana evlenme teklifi edeceğini filan düşünüyorum ve ona diyorum ki;

"Evet, Daniel! Tanrım! Hiç teklif etmeyeceksin sanmıştım." diyorum ve pişkince sırıtıyorum. Daniel bunu anlamıyor ve bana aval aval bakmaya başlıyor.

"Daniel, her ne söyleyeceksen bana söyleyebilirsin. Kendini bu kadar yıpratma. Hadi bana evlenme teklifi et ve kurtul." diyorum.

Daniel gülümsüyor ve biraz rahatlamış gibi gözüküyor.

"Şu bankacı kız. Onunla üç aydır çıktığımı biliyorsun. Ona ben... Dün..." diyor ve kel kafasını kaşıyor.

Ani bir kahkaha atıyorum ve Daniel'ın omzuna dostça vuruyorum. "İşi bitirdin, ha? Tıpkı bir kaplan gibi!" diyorum ve bir kahkaha daha patlatıyorum.

"Biraz ciddi olur musun, Brendan? Daha önce kimseye söylemediğim bir şeyi sana söylüyorum. Ben, dün o kıza evlenme teklifi ettim." diyor ve çokta bir marifetmiş gibi kendisiyle övünürcesine sırıtıyor.

"Nasıl bir bok yoluna girdiğinin farkında mısın? Aile denen şeyin ne kadar zor bir şey olduğunu biliyor musun sen? Her akşam dışarıya çıkmak için karından izin almak nedir, biliyor musun sen?" diyorum.

"Ben kararımı verdim. Artık düzenli bir insan olacağım." diyor ve ikimiz de saatlerce sesimizi çıkartmıyoruz.

Gece mesaisine kalıyorum. Sadece tek bir memurun binebildiği şu LINCOLN arabalarına biniyorum. Yanımda kafa ütüleyen birisi yok. Tek başıma sürüyorum. Bu mesleğin güzel yanları da var. Saat gece yarısını geçti. Telsizden sesler geliyor.

"10-57 FOXTROT. Downtown bölgesinden-. Hoh! Santa Monica-. Hohöhö! Sahil şeridi yoluna doğru ilerl- Hoh. Hoh. İlerliyoruz."

Bu nefes nefese kalmış polis memurunun ismi Andy Thompson. Yani benim yaladığım çavuşum.

10-57 demek, bir kovalamaca durumu var demek. FOXTROT ise bu kovalamacanın yaya olduğunu ifade eder. Eğer FOXTROT yerine VICTOR olsaydı bu kovalamaca bir motorlu veya motorsuz taşıt ile gerçekleşirdi. Örneğin bisiklet ile kaçan birisi de, araba ile kaçan birisi de VICTOR durumu teşkil eder.

Telsizi kavrıyorum ve heyecanlı bir şekilde konuşmaya başlıyorum.

"2-LINCOLN-13; destek çağrısına KOD 3 şeklinde yöneliyorum."

KOD 3 demek, sirenleri yakarak geliyorum demektir.

Tahmini varış sürem dört dakika. Biraz daha hızlı olursam üç dakikaya orada olacağım. Gaza basabildiğim kadar basıyorum ve destek çağrısının yapıldığı yere intikal ediyorum. Bütün bunlar olurken Çavuş Andy telsizden sürekli olarak yer güncellemesi yapıyor. Çavuş Andy'nin son söylediği yere doğru sürüyorum ve deli gibi koşuşturan on yedi belki de on sekiz yaşında bir genç görüyorum. Arkasında koşuşturan bir ayı var. Ops, sonradan fark ediyorum ki o ayı bizim Çavuş Andy imiş. Çocuğun önüne doğru sürüyorum ve tam çarpacağım sırada ani fren yapıyorum. Araba on santimetre kadar kayıyor ve çocuğa usulca çarpıyorum. Çocuk kaputun üzerine çıkıyor, ardından kayarak yere doğru düşüyor. Yerden kalkmaya çalışırken hemen araçtan inip çocuğun üzerine zıplıyorum. Bulunduğumuz yer bir ara sokak sayılır. Etrafta kimse yok. Ben çocuğun üzerinde iken Çavuş Thompson geliyor ve ellerini dizlerinin üzerine koyuyor. Olgunlaşmış domates gibi kıpkırmızı suratının alnındaki damarlar belli oluyor. Derin derin nefesler alıp arada bir de öksürüyor. Bu böyle yarım dakika gidiyor. Daha sonra doğruluyor, geriniyor ve bana diyor ki;

"Arabayı oradan çek."

Ne dediğini anlamıyorum. Neden arabayı çekmemi istedi ki? Çocuğu yakaladık işte. Kelepçeyi takalım, lanet Miranda haklarını sayalım ve buradan gidelim.

Ben bunları düşünürken bana "Hadi!" diye bağırıyor ve teçhizat kemerinden copunu çekiyor. İşte tam bu esnada ne yapmak istediğini anlıyorum. Her polis arabasının önünde bir kamera olur. Bu kamera sürekli olarak çalışır ve bu kameranın bir köşesinde saat, tarih filan yazar. Eğer şüphelilerden bir tanesi kendisine yapılan müdahalenin yanlış olduğunu düşünürse ve dava açarsa, o ekip arabasının kamerasına bakılır. Polis kamerası en çok kaza durumlarında incelenir. Bu on sekiz yaşındaki çocuğun dava açacak kadar aklı olmadığını düşünüyorum ama işimi şansa bırakmam. Zaten çavuş böyle istedi. Emir emirdir.
Arabanın ön tarafını çocuğun bulunduğu yerden çekiyorum. Çocuğa yerdeyken öyle bir baskı uyguladım ki sanırım yerdeki asfalt ile bütünleşti. Ben arabayı çekene kadar yerden kalkmadı. Arabayı farklı bir yere çektikten sonra araçtan iniyorum ve çocuğun bulunduğu yere doğru yürüyorum. Çavuş Thompson tam bu esnada elindeki copu çocuğa ardı ardına vurmaya başlıyor. Yerdeki çocuk ise avazı çıktığı kadar bağırıyor. Etrafta kimse olup olmadığını kontrol ediyorum ve kimse yok. Çavuşun yanına doğru gidiyorum ve elindeki copu benim üzerime doğru atıyor. Refleks ile copu yakalıyorum. Çavuş Thompson bu işten o kadar çok keyif alıyor gibi gözüküyor ki, gözlerinin içi adeta gülüyor. Bana doğru bakıyor ve oldukça sakin bir şekilde "Vur." diyor. Bir sigara ateşliyor ve beni izlemeye başlıyor.

"Çavuş, bu doğru değil." diyorum.

"Sana dediğimi yap. Aramızda kalacak. Eminim ki departmandaki memurlar benim ile sır paylaşabilmek için sol testislerini verirler. Şanslısın, Burfield."

Hah! İşte bu. Soy adımı hatırlıyorum. Aslında çokta zor değildi. Gömleğimdeki isimliğe baksam hatırlarmışım.

Çavuşun dediğini dinliyorum. Yerdeki zavallı çocuğa bakıyorum. Hiç içimden bunu yapmak gelmiyor. Elimdeki copu çocuğun suratına öyle bir geçiriyorum ki... Hani ketçap kutusunun dibinde biraz ketçap kalmıştır ve siz ketçap kutusunu sıkarsınız. İçerideki havanın etkisiyle ketçap damla damla dışarıya püskürür. Ben de çocuğa öyle bir vuruyorum ki, çocuğun ağzındaki kan öyle boşalıyor. Çavuş Thompson'a doğru bakıyorum. Sigarasını büyük bir keyif içerisinde içiyor. Sol eli ile "Tamam, tamam. Yeterli." dercesine bir hareket yapıyor. Copu çavuşa geri veriyorum ve çocuğun ağzından püsküren kana bakıyorum. Kan yerde. Hani sırf sosyeteleri kazıklamak için resim sergileri açarlar ve hiçbir boka benzemeyen resimlere milyon dolarlar isterler ya, yerdeki kan izi de oradaki bir boka benzemeyen, ama bir o kadar da sanatsal olan tablolara benziyor. Birkaç saniyeliğine, yerdeki tabloyu resmedersem kaç milyon dolar kazanabileceğimi düşünüyorum. Çavuş sigarasını önüme atıyor ve doğruluyorum. Çocuğu kelepçeleyip üzerini arıyorum. Ceketinin iç cebinde küçük bir poşet içine koyulmuş otları buluyorum ve çavuşa fırlatıyorum. Çavuş ciddi bir ses tonu ile bana bir şeyler söylüyor.

"Burada olanlar burada kalsın, Burfield."

Başım ile onaylıyorum ve çocuğu paketliyorum.

"Susma hakkına sahipsin. Kullanacağın her söz mahkemede alehine delil olarak kullanılacaktır. Avukat tutma hakkına sahipsin. Avukat tutacak bütçen yoksa devlet sana geçici olarak bir avukat atayacak. Haklarını anladın mı?" diyorum.

Dikiz aynasından çocuğa bakıyorum. Çocuk ağlayarak başını sallıyor.

"Söyle." diyorum.

Burnunu çekiyor, titrek bir ses ile;

"Anladım." diyor.

Gösteri KuklasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin