İSİMSİZ YOLCUSoğuk, kir ve rüya... Yaşanan sadece bunlardı koskoca yaşımda.
Gün batımı ne güzel şeydi öyle. Arpa tarlalarının tozunu taşısa da rüzgar, teni şuh bir eda ile okşardı. Yanağıma dokundukça ılık esintisi kimsesizliğimi getirirdi aklıma. Ben İbn-i Hüseyn. Bağdat'ın ünlü şarapçısının oğlu... Hüseyn'in oğlu... Adım, sanım neydi unuttum. Hatırlasam da ne değişir ki? Bedene bürünen ruha, bir de isim takıp alay etmek yarışır mı?
Yıldızları hiç görmedim bu kadar yakın. Sanki tek tek günahlarımı başıma vurmak için toplanmışlar. Dökülmeleri an meseli. Rüzgar artık ılık değil; içim titriyor kenarları küflenmiş, kirden yağlanmış, tokmaklarının biri çalınmış kapıyı iterken. İçeride hiç de yabancı olmadığım bir koku. Fas üzümü olsa gerek. Bardaktaki rengi kan kırmızı çünkü şarabın. Tahta masalar dolu. Ter değiştirmiş abanın rengini insanlarda. Yemekler masalara dağıtılmış, kimisi Allah vergisi eliyle dalmış diğerlerini hele hiç sorma. Duvarlarda gazı titreyen lambalar, kararmaya yüz tutmuş kim bilir hangi dereden getirilen taşlar, cilayı görmemiş masalar... Dışarısı kış, içerisi de Bağdat gibi yerde meyhane açıp da paraya para demeyen babamın meyhanesi sanki. Sabır... Kolay olmayacaktı elbette kapıyı çarpıp çıkmak. İşaret parmağı sallanırken havada olmayacaktı tabi kolay geri dönmek. Bu artık yoldu. Yürünecek... Sürülenilecek... Ve her gece yıldızlardan korkunulacak...
Gıcırdayan merdivenlerden çıkarken gözüm yanlış görmediyse gün doğuyordu. Gözlerim sırları dökük aynaya takıldığında kaçıncı bardakta böyle kızıllık gördüğümü hatırlayamadım. Odanın kapısı merdivenlerin gıcırtısını bastırırcasına açılırken hala korkuyordum yıldızlardan. Yastık sert. Yatak kir. Pencelerin perdesi güvelerce yenmiş. Olmadı umrumda. Emir yağmayan gündüzün gün ışığına inat, uyudum ceset soğuğu yatağa sokularak.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hazret-i Aşk
RastgeleHazret-i Aşk “ Ayrılıktan parça parça olmuş bir gönül isterim. Tâ ki aşk derdinin şerhini söyleyeyim.”