Serin bir sonbahar akşamında rüzgar iğne yapraklı çam ağaçlarını, gökyüzündeki tanrılar katına ulaşmak istermiş gibi uzanan kavak ağaçlarını sallıyordu ve ince gövdeli olanların da bellerini büküyordu. Havada keskin bir koku vardı, çimen ve toprağın muhteşem kokusu.. Sanki henüz dinmiş bir yağmurun ardında bıraktığı koku gibiydi. Oysa yağmur falan yağmamıştı. Küçük kasabayı büyük şehre bağlayan toprak yol, rüzgar tarafından havalandırılan tozlarla kaplıydı. Bazen öyle bir an geliyordu ki, yolun iki tarafında yol boyunca uzanan tarlalarda çalışanlar birbirlerini bile göremiyorlardı.
Hava kararmaya yüz tutmuşken rüzgar hafiflemeye başladı. Gökyüzünde kaybolmakta olan güneşin son ışıkları, toprak yolda ilerlemekte olan siyah bir atın sağrısına bağlanmış gümüş rengi zırhın üzerinde parlıyordu. İri at gece kadar siyahtı. Sağrısını tamamen kaplayan gümüş renkli zırhtan başka, göğsünü korumak için tasarlanmış bir boyunduruk vardı. Boyunduruk atın göğsünü tamamen kaplayarak boynuna kadar ulaşıyor, diğer ucu da çatal şeklini alarak hayvanın bacaklarına gelmeden bitiyordu.Atın binicisi de siyah göğüs zırhını takmıştı ve hiçbir tehlike olmamasına rağmen oldukça iyi silahlanmıştı. Atın üzerindeki vakur duruşuyla etrafında olan biteni izleyerek kasabaya yaklaşıyordu. Yolun iki tarafındaki tarlalarda çalışan insanları neredeyse tek tek süzdü. Kasabalılar binicinin kartal bakışlarından nasibini almaktan hoşnut değillerdi ama bu binicinin umurunda değildi.
Kasaba insanlarının siyah atlı adamdan çekindikleri apaçık ortadaydı. Yine de adamın meşumca parlayan siyah zırhına, keskin bakışlarına, kuşandığı onca silaha karşın aile reisleri tüm ailesini doğal bir koruma içgüdüsüyle evine gönderirken, genç hanımlar adamın siyah uzun saçlarına, sert çizgileri olan yüzüne tekrar bakmaktan kendilerini alamıyorlardı.
Güneş, siyah zırhın üzerinde son bir kez parlayıp yüksek dağların ardında kaybolduğunda, sert bir rüzgarla kasaba bir anda toza bulandı. Siyah atlı adam yüzünü elleriyle korumaya çalıştı. "Bugün dışarıda kamp kurmak için iyi bir gün değil. Kalacak bir yer bulsam iyi olacak." diye düşündü. Haşmetli siyah atını kasabanın sahip olduğu tek hanı bulabilmek için ileri doğru mahmuzladı.
Hava iyice kararmıştı; gecenin ağır ve karanlık örtüsü küçük kasabayı sarmalarken parlak ay ışığı eski bir hanın kerpiç duvarlarını, ahşap kirişlerini aydınlatıyor, tıka basa saman yığılmış ahırların önünde bulunan yalaklardaki durağan suda parlıyordu. Hanın içinden gelen gürültü gecenin sessizliğini bozuyordu.
Ahırda yük arabasının cılız iki beygirinden başka hayvan yoktu ve seyis onların yavaş yavaş samanları çiğnemelerini bir süre seyrettikten sonra samanlardan oluşan yatağının üzerine attı kendini. Handa işe başladığı günden bu yana, her gece olduğu gibi, o gece de hava karardıktan sonra kimsenin gelmeyeceğinden emindi. Bir süre uzandı, atların geviş getirirken çıkarttıkları sesleri ve hanın duvarları aşan gürültüsünü bir süre dinledi. Kafasının içine doluşan bu seslerin arasından gittikçe yaklaşan yeni bir sesi fark etti, dört toynağın sakin bir ritimle toprağı döverken çıkarttığı tok sesi... Apar topar ayağa fırladı ve geleni karşılamak üzere dışarı çıktı. İlk önce kimseyi görmedi ama sonra ay ışığının siyah bir zırhın üzerinde soğuk soğuk parladığını gördü.
Adam atından aşağıya inerken kısa kılıcı zırhına çarptı. Uzun süre eyer üzerinde oturan insanların yaptığı gibi ellerini beline koyarak belini öne doğru bastırdı, uyuşan bacaklarına kan yürümesini sağlamak için dizlerini büktü. Sonra seyise doğru birkaç adım attı ve atın dizginlerini seyisin eline tutuşturdu.
"Tut ufaklık, onu ahıra götür ve tımar et. Rahat etmesini sağla. Uzun bir yoldan geldik."
Seyis dizginleri aldığı sırada yabancının sırtında bugüne kadar hiç görmediği bir silah gördü . Bir tür mızrak gibiydi fakat temreni geniş çift ağızlı bir kılıcı andırıyordu. Belki de kabzası bir mızrak boyunda olan çift ağızlı bir kılıçtı. Solgun ay ışığı seyise hiç yardımcı olmuyordu.
"Çok yağız bir hayvan. Daha önce bir ata zırh giydirildiğini görmemiştim."
"O bir savaş atı evlat."
" İyi ama etrafta bir savaş yok ki. Savaş atları da askerler gibi savaşmadığı zamanlar zırhlarını çıkarmazlar mı?"
Yabancı gülümsedi. "Yarının insana neler getireceğini bilemeyiz değil mi?"
Yabancı ağır adımlarla hana doğru yürüdü. Kapıyı açar açmaz ağır tütün ve gaz yağı kokusu yüzüne vurdu. İçeriye yoğun bir duman tabakası hakimdi. Samanla kaplı yerler, çatıyı destekleyen ağaç kolonlar, fıçılarca bira içen ve içkinin etkisiyle yüksek sesle konuşup şakalaşan bir güruh. Tüm bunlar yol boyunca konakladığı diğer hanlardan farklı bir görüntü çizmiyordu.
Hancı, içeriye giren adamı bir süre süzdükten sonra sıkıntıyla ofladı ve onun yanına gitti. Her yeni gelen kişinin kendisini biraz daha fazla zengin edeceğini bildiğinden, onları keyifle karşılar ve zaman zaman müşterilerine küçük ikramlarda bulunurdu. Ancak gelen adamın görüntüsü hancının hoşuna gitmemişti. Üzerinde gösterişli silahlar ve zırh bulunan bu yabancı, tüm kasabalıyı ürküttüğü gibi hancıyı da ürkütmüştü.
"Hoş geldiniz beyim, ne istersiniz?"
"Kalacak bir yer ve sıcak bir yemek."
"Tam yerine geldiniz beyim."
Savaşçı yorgun bir gülümsemeyle karşılık verdi. Hancı başıyla müşterisini selamlayıp siparişleri hazırlamak için çekildiği sırada savaşçı hanın diğer ucunda boş bir masa buldu ve barı baştan başa geçerek masaya ulaştı. Zırhını tangırdatarak sandalyeye oturdu. Sırtına bağlı olan mızrağını kirişe dayadı. Han gerçekten kalabalık ve gürültülüydü. Ancak bu kalabalığın içerisinden hiç kimse fark etmeden ulaşmış gibi hissetti ya da kimse ona aldırış etmemişti. Bu düşünce onu bir süre oyaladı ve bu durumdan hoşlandığına karar verdi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Göç Yolları
FantasíaYapılacak tek bir şey vardı... Bu savaşa sürüklenen için de, bu savaşa birilerini sürükleyen için de... Savaşı çıkaran için de, bu yangını körükleyenler için de... Savaştan nefret edenler için de, şehirlerini savunmak zorunda olanlar için de... Herk...