Ertesi sabah, Roas şafak sökerken uyandı. Sonbaharın ortalarında ve sabahın ilk saatlerinde olmasından dolayı hava serindi. Zincir zırhını giyerken titredi, göğüs plakasını takarken dört nala koşan atların seslerini duydu. Hemen pencereye koştu, bulunduğu yerden hiç bir şey görünmüyordu ama sesler gittikçe yaklaşıyordu. Roas çarçabuk silahını kuşandı. Tekrar pencereye döndüğünde kasabanın sınırını oluşturan evlerden kalın duman tabakasının yükseldiğini gördü.
Yaşlı Argile'ın önceki gece anlattığı hikayeden iyice etkilenmesinden olacak, ailesini evinin güvenli duvarları ardına bırakıp olan biteni öğrenmek üzere açığa çıkan bir çiftçi, neredeyse çıkar çıkmaz iri bir şövalyenin dört nala giden atının üzerinden attığı okla kanlar içinde yere yığıldı. Çiftçinin gözleri Roas'ın bulunduğu pencereye sabitlenip kalmıştı.
Roas hemen kapıya koştu. Boş koridoru hızla kat ederken aşağıdan gürültüler geliyordu. Astinalılara özgü gırtlaktan gelen aksanla sarf edilen cümleler duyduğunda kısa bir süre donup kaldı.
"Duyduklarıma inanamıyorum, Astinalılar! Ülkenin bu kadar doğusunda ne işleri var? Nasıl bir oyun dönüyor burada?" Koşar adım avluya indi, müdahale zamanı gelmişti.
Aşağıda tam takım zırhlara bürünmüş bir asker hancının yakasına yapışmış, onu bir ileri bir geri sarsıyordu. Aynı zırhtan giyen birkaç asker de bunu gülerek izliyorlardı. Hancının dudağı patlamış ve bir gözü kapanmıştı. Askerler hancıyı tartaklamaktan o kadar hoşlanmışlardı ki, Roas'ı fark etmemişlerdi. Roas ise bu manzaraya öfke içinde tanık oluyordu, ve bir gece öncesindeki hancının içten davranışları onun öfkesini artırıyordu. Dişlerini sıktı, bu görüntüye daha fazla dayanamayacağının hissedince başını salona çevirdi.
Masalardan birinde iki kukuletalı siluetin bunca gürültüye aldırmayarak, fincanlarındaki dumanı tüten içeceklerini yudumladıklarını gördü. Kukuletalarını iyice çektiklerinden yüzleri görünmüyordu fakat elleri biçimli, parmakları uzun ve narindi.
Hancının inlemesiyle dikkatini yeden yapacağı işe yöneltti Roas. Ancak yabancıların güven vermeyen duruşlarından dolayı hem onları hem de askerleri görüş açısında tutmayı beynine kazıdı.
"Zafer şarkıları söyleyin beyler, sesiniz göklere, adalet tanrısı Saloth'a dek uzansın. Bu sizin hakkınız." Hancıyı tartaklayan asker Roas'ın sesiyle irkildi ve ordu eğitiminin en büyük kuralı üzerine karşısındaki adamı incelemeye başladı. Diğer askerler de herhangi bir direnişle karşılaşmayacaklarından o kadar emindiler ki, Roas'ın ani çıkışı onları şaşırttı. "Haydi ama, böyle şaşkın şaşkın bakmayın bana, bugün eğitimsiz çiftçiler karşısında büyük bir zafer kazandınız."
Ön taraftaki asker hancıyı bıraktı. Şişmiş gözü ve patlamış dudağıyla hancı, bir gece öncesine oranla felaket bir haldeydi. Ayakta durmakta güçlük çekiyordu, ayakta kalmak için çabalarken Roas'a attığı bakışı, Roas'ın içini burktu, örselenen her iyi insanda burktuğu gibi...
"Sen de kimsin be, ölmek istemiyorsan defol git buradan."
"Hiç bir yere gitmiyorum."
"Bu sana pahalıya patlayacak pislik." Asker cümlesini gırtlaktan gelen tuhaf bir vurguyla tamamlarken, bu zamana kadar olan tüm olaylara seyrci kalan diğer askerler de kılıçlarını çekmeye başlamışlardı. Hancıyı tartaklayan asker, arkadaşlarının kavgaya dahil olmamalarını küçük bir el hareketiyle anlatmaya çalıştı ama başarılı olamayınca -biraz da öfkeyle- kendini arkadaşlarının önüne attı.
"Bu pisliği bana bırakın, bir daha başkalarının işine karışmaması gerektiğini öğrenmesi gerek." Diğerleri, cüretkar olanı gülerek desteklediler ve kavgayı tüm ayrıntılarıyla görebilmek için konumlarını değiştirdiler. Düelloya giren asker, Roas'a doğru yavaşça sokulurken kılıcını kınından çıkardı.
"Şimdi seni ezeceğim solucan."
Roas cevap vermedi, hasmının yavaşça yaklaşmasını kıpırdamadan izliyor, kendisini aşağılayan sözlerine aldırmıyordu. Roas'ın bu tavrı, küçümseyen bakışları Astinalıyı gttikçe çileden çıkarıyordu. Sonra birden, sinirlerine daha fazla hakim olamayan Astinalı asker, Roas'la arasındaki neredeyse on adamlık mesafeyi koşmaya başladı.
Roas, hasmı üzerine hızla gelirken bile kıpırdamıyordu. Aralarındaki mesafe neredeyse bir adam boyu kadar kaldığında ani bir hareketle mızrağını savurdu. Temreni çift ağızlı bir kılıcı andıran mızrak, koşmakta olan Astinalının başını vücudundan ayırdı ve vücutsuz başın, kavgayı meraklı gözlerle izleyen askerlerin ayaklarının dibine yuvarlanmasına sebep oldu. Herşey o kadar ani oldu ki, başsız vücut bir süre ayakta kaldı, sonra dizlerinin üzerine çötü ve en sonunda yüzükoyun yere kapaklandı.
Tam takım zırhla kaplı başsız vücudun taş zemine çarparken çıkardığı gürültü, kukuletalılardan birinin dikkatini çatışmaya çekmeyi başarmıştı. Kukuletalı, sesin kaynağını görmek ister gibi, başını biraz eğmişti ve olanları izliyordu. Yüzü hala elbisesinin karanlığıyla örtülüydü ama olacakları merakla beklediği açıktı, zira fincanı tutan narin elleri sabırsızca titriyordu. Oysa diğeri, yani çatışmaya sırtı dönük olarak oturan, o kadar da meraklı değilmiş gibi duruyordu. Sanki neler olacağını önceden biliyormuş gibi, sanki sürekli kendisini tekrarlayan bir olayın devir daimini izlemekten sıkılıp o masaya birşeyler içmek için sığınmış gibiydi. Hatta o kadar umursamazca oturuyordu ki, diğer askerler kılıçlarını çekip Roas'a saldırdıklarında bile dönüp bakmadı.
Çatışma sona erdiğinde hanın avlusu tanınmayacak haldeydi. Masalar devrilmiş, sandalyelerin çoğu kırılmıştı. İçki şişelerinin kırıkları cesetlere ait kan gölcüklerinin arasında, yeni doğan güneşin avluya düşen ışıklarıyla parlıyordu.
Roas'ın da kolunda küçük bir kesikten ince ince kan sızıyordu, Açılmış kaşından akan kan ise yüzünün ovalini izleyerek çenesine kadar geliyor ve buradan aşağıya damlıyordu. Yüzünde de, tam elmacık kemiğinin üzerinde çirkin bir morluk oluşmuştu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Göç Yolları
FantasíaYapılacak tek bir şey vardı... Bu savaşa sürüklenen için de, bu savaşa birilerini sürükleyen için de... Savaşı çıkaran için de, bu yangını körükleyenler için de... Savaştan nefret edenler için de, şehirlerini savunmak zorunda olanlar için de... Herk...