Taspardien Ormanı'nın hüzünlü söğüt ağaçları, gökyüzünün hafif esintileriyle hışırdıyor ve bir sağa bir sola salınıyordu. Ordach Kıtası'nda yaşamını sürdüren her Zack, Taspardien Ormanı ile gurur duyar ve bu ormanın hüzünlü söğütlerinden sanki birer sanat eserleriymiş gibi bahsederlerdi.
Yaşlı Zackların karlı gecelerde küçük çocuklara anlattıkları eski hikayeler, Taspardien Ormanı'ndaki söğütlerden niçin 'hüzünlü' olarak bahsedildiğini söylerler. Efsaneye göre, Zacklarion henüz bir imparatorluk olmamışken, dönemin kralı sınırlarını genişletmeyi kafasına koymuş ve amacı doğrultusunda bir o sefere bir bu sefere koşuşturup duruyormuş. Gün geçtikçe kralın düşü gerçeğe dönüşmeye başlamış, ülkenin sınırları günden güne büyüyormuş. Ancak askerler sürekli yapılan seferlerden yorgun düşmüşler ve şikayet etmeye başlamışlar. Kral, askerlerin memnuniyetsizliklerini duymazdan gelmiş ve bildiğini okumaya devam etmiş. Öyle bir zaman gelmiş ki sefere giden askerler ailelerini bile göremez olmuşlar. Sırf bu yüzden aileler evlatlarının asker olup sefere gitmemeleri için bahaneler sunmaya başlamışlar. Kral ise bunların tümüne kulaklarını tıkayıp sefer öncesi yayınladığı bir seferberlik ilanıyla eli silah tutan gençleri askere alıyormuş.
Bir sefer dönüşü Kral başkent Vargorn'un çok yakınında bir yerde kamp kurulmasını emretmiş. Askerlerin hepsi evlerine ve ailelerine kavuşacakları için sevinçle karışık bir heyecan duyuyorlarmış. Herkes kralın emrine uymuş, içlerindeki tarifsiz sevincin verdiği moralle bir çırpıda kampı kurmuşlar ve ailelerine kavuştuklarında, onların nasıl da sevineceklerini düşünmeye başlamışlar.
Ateşler yakılıp yemekler yandikten sonra kral duyuru yapmak için askerlerini toplamış Tüm askerler genişçe bir meydanlıkta toplanmışlar ve kralın ne söyleyeceğini merak ederek beklemişler. Kral iki gün bulundukları yerde kamp yapıp güç toplayacaklarını, bu süre zarfındargorn'dan gelecek olan askerlerle buluşup kuzeye yürüyeceklerini açıklamış.Askerlerin tümü derin bir hayal kırıklığıyla başlarını öne eğmişler. Yüreklerindeki kıpırtı derin bir kederle durmuş ve daha birkaç dakika önce kurdukları pembe hulyalar yıldızlar kadar uzağa gitmişler. Askerler içlerine gömdükleri gözyaşlarıyla kamptaki görev yerlerine ve çadırlarına geri dönmüşler.
Askerler o gece hiç uyumaışlar, gözyaşları içlerinden taşmış ve yol yol yanaklarından aşağıya süzülmüş. O gece hepsi tanrılara yakarmışlar, barış tanrısı Sheheru'ya, adaletin tanrısı Saloth'a, doğanın tanrıçası Xanita'ya ve hatta yaşamın kayıp tanrıçası Tua'ya... Tanrılar ve tanrıçalar gökkubbelerinden aşağıya bakmışlar ve zavallı askerlerin acuklı yakarışlarını dinlemişler. Savaşların tanrısı Pros bile askerlerin içinde bulundukları duruma üzülmüş. Tüm kudretliler, başbaşa verip askerleri bulundukları durumdan kurtarmak için düşünmüşler. Akıl tanrıçası Ryna, askerlerin zalim kralın pençesinden kurtarmanın yolu olarak tüm askerleri söğüt ağacına çevirmeyi önermiş ve diğer kudretliler de kabul buyurmuşlar.
Birkaç gün sonra Vargorn'dan gelen birlikler kral ve diğer birliklekarşılaşacakları yerde söğüt ağaçlarında oluşanbir ormanla karşılaşmışlar. Söğütlerin hepsinin gövdelerinde ağlamaklı insan yüzlerini andıran şekiller varmış. Eski hikayeler Taspardien Ormanı'nın ve hüzünlü söğütlerinin öyküsünü böyle anlatır.
Güz rüzgarının hafif esintisi eşliğinde, yerdeki kurumuş yaprakların ve sararmaya yüz tutmuşotların üzerinde yürürlerken, Luca, arkadaşlarına Taspardien Ormanı'nın hikayesini böyle anlatmıştı. Hala baygın yatan Lea'nın arabasını kullanan Dax, etrafındaki söğüt ağaçlarının ağlamaklı yüzleri andıran gövdelerine baktıkça ürpermekten kendini alamıyordu. Efsaneyi dinleyen Roas ise sadece "ilginç" demişti.
Sallanan söğütlerin altında mola verdiklerinde Luca, Lea'nın durumuna bakmak için arabanın başına geldi. Lea hala baygındı ve hiçbir hayat belirtisi göstermiyordu; elbette hareket eden göğüs kafesini saymazsak. Luca, onun nabzını tuut bir süre, elinin tersiyle alnına dokundu. Roas Luca'yı izliyordu.
"Durumu nasıl?"
"İyileşecek dostum. O büyüyü nasıl yaptığını hala aklım almıyor."
"Güçlü bir büyüydü galiba."
"Dalga mı geçiyorsun, o büyüyü yapmak nasıl bir ustalık ve güç gerektirir en küçük bir fikrin bile yok. Bunu Ordach'ta yapabilecek biri olduğunu sanmıyordum."
Roas elini çenesine götürüp biraz düşündü. "Bu gerçekten enteresan, onu ne kadar zamandır tanıyorsun?"
"Aslında çok uzun bir zaman olmadı, neler yapabileceğini bilmiyorum."
"En iyisi ona dikat etmek, ona güvenmiyorum."
"Böyle bir büyüyü yapabilen birine nasıl bir önlem alabiliriz sence?"
"Bilmiyorum ama ben yine de dikkat edeceğim."
Yemeklerini sesizlik içinde yediler. Dax birkaç kez Roas'ın düşünceli bakışlarla başı önde sessizce yemek yiyen Luca'ya ve arabada baygın yatan Lea'ya baktığını gördü.
Yola çıktıktan sonra da üzerlerine yapışan sessizlik devam ediyordu. At arabasının tekerleklerinden çıkan gıcırtılar, atların nalları, esen rüzgar ve hışırdayan söğütler dışında ses yoktu. Son derece yavaş ilerliyorlardı, at arabasında baygın bir bayanın yatması, Dax'ı daha itinayla davranmaya zorluyordu. Roas yavaşlıklarından dolayı kendi kendine küfrediyor ve daha hızlı yol almayı diliyordu. Luca ise tüm olayların hatta dünyanın dışındaymış gibi hiçbir şeyi umursamadan yola devam ediyordu.
Hava kararmaya yüz tutmuşken Taspardien Ormanı'ndan çıktılar. Artık etraflarında kavaklar, köknarlar, meşeler ve çınarlar ve ekili araziler görmeye başlamışlardı. Güneş , arkalarındaki tepelerden kaybolduğu sırada güz yağmurlarıyla çağıl çağıl akan, aktıkça topraktan parçalar kopararak yatağını genişleten bir dereye ulaştılar. Luca'nın söylediğine göre bu dere Leydi Samara'nın topraklarının sınırını oluşturuyordu. Roas rahat bir nefes aldığını hissetti. Derenin iki yakasını birbirine bağlayan geniş ahşap köprüden karşıya, Leydi Samara'nın arazisine geçtiler.
Taspardien Ormanı'nın son kalıntıları olan söğütler tek tük de olsa Leydi Samara'nın arazisindeki koruluğun arasına da karışmıştı. Roas bir an bu söğütlerin, tanrıların tüm askerleri söğüt ağacına çevirdiği sırada gece ateşlerini kuvvetlendirmek için çalı çırpı toplamak üzere ordugahtan ayrılmış askerler olabileceğini düşünürken buldu kendini. Koruluktaki söğütlerin gövdelerinde de ormandakilerle aynı hüzünlü ifadeyi yakalamak için dikatlice ağaçlara bakıyordu.
Gruptaki herkeste gözle görünür bir rahatlama hissi vardı, özellikle Luca'da. Nispeten daha güvenli topraklardaydılar ve içlerinden kimsenin alına etrafı kolaçan etmek gelmemişti, hiçbir zaman tedbiri elinden bırakmayan Roas'ın bile.
Roas tüm dikatini etrafındaki söğütlere vermişken bir ok vızıldayarak yüzünü sıyırıp geçti ve hemen yanındaki ağaca saplandı. Roas küfrederek kılıcını çekti, gözleri etrafındaki ağaçların ve çalıların aralarına gizlenmiş olan düşmanı arıyordu. Nereden geldiği belli olmayan kalın bir ses adeta yeri göğü inleterek konuşmaya başladı:
"Leydi Samara'nın topraklarına izinsiz girdiniz, derhal bu topraklardan çıkın."
Roas kılıcını yeniden kınına soktu ve saldırganca bir hareket yapmayacağının garantisi olarak ellerini havaya kaldırdı. Diğerlerinin de aynı şeyi yapmasını işaret etti gözleriyle. Yeterince diplomatik bir tavır takınmaya çalışarak konuşmaya başladı, ancak gözleri hala düşmanı arıyordu.
"Muhafız, bu topraklara giren yabancıları geri çevirerek size verilen talimatları yerine getiriyorsunuz. Ancak bizler leydi ile görüşmek üzere geliyoruz, barış amacındayız."
"Leydi Samara yabancılarla görüşmez, sizi bekliyor olsaydı bizi bilgilendirirdi."
"Bizim geleceğimizden haberi yok, bir zorunluluktan ötürü burada bulunuyoruz. Leydi ile görüşmemiz gerek, ona verecek haberlerimiz var."
"Geriye dönün, yoksa delik deşik olursunuz."
"Beni dinleyin!" Luca öyle kuvvetli bağırmıştı ki tepelerindeki ağaçta cıvıldaşan kuşlar aniden havalandılar. Luca ellerini iki yana açtı ve bu halde olmasına rağmen atını, öne çıkması için, mahmuzladı. "Elimizde majestelerinin özel izin belgesi var, bizler sizlerle aynı taraftayız."
Bir an sessizlik oldu, muhafızların oluşan bu yeni durumda ne yapmaları gerektiğini düşündükleri açıktı. Sessizlik anı boyunca Luca'nın yüzünde Hiçbir değişiklik olmadı, aynı sert bakışlar, aynı olaya hakim görüntü. Roas ise arkadaşının eşsiz rol yapma yeteneğine bıyık altından gülüyordu. Sonuçta o bir büyücüydü ve böyle bir belgeyi cüppesinin yeninden çıkarması için parmaklarını şıklatması yeterliydi, ya da öyle bir şey. Roas bir an için çocukluğuna geri döndü, eski günlerde de başlarını bir derde soktuklarında, Luca'nın keskin zekası ve yetenekleri sayesinde nasıl kurtulduklarını hatırladı ve arkadaşıyla o an gurur duydu.
"Belgeyi görmek üzere yanına geliyorum yabancı. Bir numara yapmaya kalkma sakın, adamlarımın yayları hala gergin."
Adam iri gövdeli ağacın altındaki korunaklı yerindençıkıp Luca'ya doğru yürümeye başladı. Kıyafetleri o kadar doğayla özdeşleşmişti ki, koru içerisinde onun ve adamlarının neden görünmediği sorusu aydınlığa kavuşmuştu.
Gelen adam gerçekten de iriydi, hatta Roas'tan bir baş daha uzundu. Güneyli olduğunu işaret eden kara derisi vardı. Yüzündeki ve giysisinin açıkta bıraktığı kollarında sayısız iz, onun tecrübeli bir savaşçı olduğunu ortaya koyuyordu.
Luca'nın göstermiş olduğu belgeye bakan adamın yüzü kasıldı, elini yeni tıraşlandığı belli olan kazınmış başına götürdü. "Bu kraliyet mührü. Doğru söylediğinizi ıspat ettiniz yabancı. Bana verilmiş olan talimatlarda esnekliğe yer yoktur fakat bu olay da alışılmış bir olay değil. Sizleri gücendirmek niyetinde değildim, eğer gücendiyseniz sizlerden özür dilerim."
"Sizler leydinin talimatlarını uyguluyorsunuz ve kendisine verilmiş görevleri eksiksiz yerine getiren biri özür dilememelidir."
"İyi söylediniz. Sizleri sevdim, karışıklık giderildiğine göre Leydi Samara'nın çiftliğine götürebilirim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Göç Yolları
FantasyYapılacak tek bir şey vardı... Bu savaşa sürüklenen için de, bu savaşa birilerini sürükleyen için de... Savaşı çıkaran için de, bu yangını körükleyenler için de... Savaştan nefret edenler için de, şehirlerini savunmak zorunda olanlar için de... Herk...