-Natsu-
Geçmek bilmeyen dakikalar, bir kez daha derin bir iç çekmeme sebep olmuştu. Kasanın başında oturarak yemek yiyen insanları izlerken öğle molasının gelmesini bekliyordum. Dün dediğim şeyi telafi etmeliydim. Onu kırmış olabilirdim.
Ölecek birinden yaşamasını dilemek ve bunu yüzüne söylemek benim yapacağım aptallıklardan biriydi.
Öğle molasının gelmesiyle birden oturduğum yerden kalkarken yanımdaki Erza şoktan sandalyesinden düşmüştü. Hızlıca onu kaldırdığımda ise bana avını yemeye hazırlanan bir kaplan gibi bakıyordu.
Ona özürlerimi sunduktan sonra elimden geldiğince hızlı olarak askılıktan ceketimi aldım. Tam çıkacakken yine o ses duyulmuştu. ''Lucy'nin yanına mı yine?'' diyen Gray'le ona döndüm.
''E-evet.''
''Öğle molasından sonra gelmeyerek kaytarıyorsun. Molalara çıkmana izin-''
''Gece de çalışırım tamam mı? Sadece şu öğleden akşama kadar olan vakitte Luce'ye yardım etmeme izin verin.'' dememle ses çıkarmamalarına karşın bir şey demeden oradan çıktım.
Luce, dükkanlarının önünde dizlerinin üzerine oturmuş, yanındaki kediyi seviyordu. Bugünki rengi mordu. Adımlarımı attıkça hızlanan kalbimi umursamadan, ellerimi usulca pantolonumun ceplerine soktum ve ona ilerledim.
Beni görünce gülümseyerek ayağa kalkmıştı. Her zaman sırtına taktığı çantasının bir gözü açılmış, dilek defteri görünür haldeydi. Sevdiği kedi gitmemişti ve bacaklarına sürtünüyordu. Yanına ulaşınca bir şey demeden defterini çıkarışını izledim.
Çevirdiği sayfalar süslemeler ve resimleriyle doluydu. Yaptığı her maddenin üzerini fosforlu pembe ile çizmişti. Dün çekildiğimiz fotoğraf, sayfasında yerini almıştı.
''Bugün lolipoplu pasta yiyeceğiz.''
''Hah?'' dedim şaşkınlıkla. Bu doğru düzgün bir dilek bile değildi. Normal bir insan bile yapabilirdi bunu gündelik hayatında. Dilekleri oldukça basitti. Klasikti. Dönme dolap ve dilek feneri uçurmak, bildiğimiz romantik filmlerdeki sahnelerden alıntıydı sanki. Ve ben, klasik şeyleri sevmezdim.
''Dileklerin fazla... Klişe ve basit değil mi?'' dedim bunu dile getirmekten çekinmeyerek. Defterini şiddetle kapatmasıyla yutkundum.
''Haklısın.'' demesiyle gözlerimi kırpıştırırken o önümden yürümeye başlamıştı bile. Küçük adımları Rogue, Poyraz ve Sting'in pastahanesine yöneldiğinde onu takip etmeye başladım.
İçeriye girince, cam kenarından bir masa seçmişti. Bir şey demeden karşısına oturdum. Yanımıza gelen Sting'le, ilk önce bir hal hatır muhabbetinden sonra Luce sıkılmış olmalı ki çat diye istediği şeyi söyledi. Sting gülmemek için kendini zor tutarken içeriye gitmişti.
Dirseğimi masaya dayayarak, çenemi avuç içime koydum ve Luce'yi incelemeye başladım yine. Camdan dışarıyı seyrederken minik elleri masada ritim tutuyor, mırıldanarak şarkısını söylüyordu. O an bugün fark edemediğim bir şey fark ettim.
Saçlarını bir boneye sarmış ve hasır şapkasıyla bu boneyi az da olsa gizlemişti. Önünden çıkan bir kaç tel gözüküyordu sadece. Sarı saçlarını severdim. Gün be gün dökülseler bile. Kaşlarımın çatılmasıyla eş zamanda elimi hasır şapkasına götürmüştüm.
Saniyelik bir hızla şapkasını alarak bonesini çıkardım. O daha tepki vermeden omzuna dökülen saçlarıyla gülümsemiştim. Ama tabii, bonesinde kalan saçları da vardı. Dokunsak elimizde kalıyordu sarı saçları.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dilek Defterim
Fanfiction''Tıpkı bu defterin sayfaları gibi, insanlar da giderek kaybediyor renklerini. O yüzden bu defteri tutuyorum. Bir gün onların arasına karışacağım ben de. Belki herhangi bir sayfada kuruyup kalmış gül yaprağı, belki unutulup gitmiş kitap ayracı, aral...