"Anne, ben neredeyim?" Bir pandomimcinin hayali kutusunda kapalı kalmış gibi hissediyordum. Söylediğim her kelime kulaklarımda uğulduyordu.
"Anne beni buradan çıkaracak mısın? Burayı sevmedim." Sesimin yalvarır gibi çıktığını hissediyordum. Aldığım her nefes ciğerlerime grejuva ateşleri atıyordu. Kımıldayamıyordum. Ufak ufak, bir sağa bir sola. Başımı çarptım, alnıma küçük bir şey battı. Kıymık?
"Anne?" Gözlerim dolmuştu. Üzerimde fiziki bir yorgunluk yoktu. Burası çok karanlık ve dardı. Nefes alışverişim dışında duyduğum tek şey su sesiydi. Bu anı bir şeyle eşleştirmeye çalıştım. Bir fetüs gibi duyduğum tek şey suydu, kapalı bir ortam. Ama neden ölü gibi?
"Çıkar onu." Korkutucu sessizliği daha korkutucu bir ses bozdu. Gıcırdayarak üzerimdeki kapak açıldı. Derin bir nefes aldım.
"Anne?" Bana bakıyordu. Gözlerindeki acıma duygusu yüzümü tokatlamıştı. Amy, sen bu duruma düşecek kız mıydın be?! Beş saniyelik içimden kendime saydırma faslım bittikten sonra bulunduğum yeri kavramaya çalıştım. Yavaşça doğruldum, kendimi çok hafif hissediyordum. Bir tabutun içindeymişim meğer.
"Yaşıyor mu?" Gözlerinden yaşlar akan annem ellerini tabutun içinde hareketsiz yatan bedenimin üzerine koydu. Ben öldüm mü?! Hiç bu kadar kolay olacağını düşünmemiştim. Ayağa kalkıp yorgunluktan çizgi çizgi olmuş yüzüme baktım. Ölü iken bile güzelim! Sanki hâlâ bağlı gibiydim, geri dönecekmiş gibi. Annem hıçkırarak ağlıyordu. Onu çok fazla ağlarken görmemiştim, bu görüntü içimi parçalamaya yetmişti.
"Ona söylemeliydin!" Arkada bağıran babam delirmiş gibiydi. Annem cevap vermeden ağlamaya devam ediyordu.
"Söyleyemezdim." Annemin ağzından hece hece, sessizce dökülmüştü.
"Neyi söyleyemezdiniz?" Merakım artmıştı. Beni duyamamaları da ayrı bir olaydı.
"Söylememenin sonucu bu oluyor işte! Onu korumak için yıllardır yanınıza gelmiyorum! İşte sonuç!"
"Ne diyorsun be adam?" Diye içimden geçirdim.
"Denemedim mi sanıyorsun?!" Bağırarak cevap verdi annem. Ne denemesinden söz ediyordu? Annem her ne hakkında konuşuyorsa tamamen arkasındaydım, o asla yalan söylemezdi. Babam ellerini yüzüne götürdü ve gözlerini ovuşturdu. Gözleri kan çanağına dönmüştü. Kendini sakinleştirmeye çalıştı.
"Hatalıyız." Sesi az öncekinden daha sakin çıkmıştı. Annem başını kaldırdı ve babama baktı.
"Biliyorum." Yüzünü tekrar cansız bedenime çevirdi. "Özür dilerim." Gözlerinin vanasını yavaşça kapatıyordu, son damlalarını azât etmişti. Bedenime baktıkça içim ürperiyordu. Babam, annemin yanına eğildi ve ona sarıldı. Beni farketmemelerine rağmen bende onlara sarıldım. Ayağa kalktım ve bu ölü havayı yansıtan soğuk duvarların arasında yürümeye başladım. Tahta ve eski bir zemindi, her adımımda beni daha da ürküten gıcırtılar çıkarıyordu. Büyük salonun yanından iki merdiven bulunduğum kata çıkıyordu. Sağ tarafta koyu renkli takım elbiseli birinin yukarı çıktığını gördüm. Ağır adımlarla çıkıyordu, başını önüne eğmişti. Elinde tek bir siyah gül vardı. Aynısından bende de vardı, solmasın diye çok iyi bakıyordum. Courtney ile beraber almıştık. Takım elbiseli kişi, gülü burnuna yaklaştırıp kokladı. Bir süre ilerlemekte tereddüt edermişçesine durdu. Gülü tuttuğu elindeki deri eldiveni çıkardı ve dikenlerin derisine batmasına izin verdi. Başını, yüzünü görebileceğim bir şekilde kaldırdı. Courtney. Gözleri dolu, hisleri burkulmuştu. İlk önce hangimiz ölürsek diğerimiz cenazemizde takım elbise giyecekti ve tek bir siyah gül bırakacaktı. Bunları konuştuğumuz zaman dünmüş gibi gözümün önüne geldi. Kendine çeki düzen verdikten sonra annem, babam ve bedenimin bulunduğu odaya ilerledi. Bir şeyin beni geri çektiğini hissediyordum. Ortamdaki saydamlığım daha da hissedilebilir hâldeydi. Şu an o kadar hafif hissetmiyordum. Kendime dışarıdan da bakamıyordum. Bedenime geri dönmüştüm. Gözlerimi hâlâ açmadım, duyduğum hıçkırık sesleri tiz bir inleyişe dönüştü. Yavaşça olduğum yerden doğruldum. Hiç kimse yoktu. Az önce bulunduğum odadan daha farklı bir yerdeydim. Hastane odası olduğunu düşünüyordum. Odanın dışından yaklaşan ayak seslerini duyunca sol tarafta duran dolaplardan birinin içine girdim. Sanırım ölmeden dirildim. Kapı yavaşça açıldı, biri konuşarak içeri girdi.
"Odada yok!" Şok olmuş gibiydi sesi. Kyle'ın sesine benziyordu biraz ama baş ağrımdan dolayı tam olarak analiz edemedim.
"Arıyorum." Odanın içinde hızlı adımlarla hareket ediyordu. Dolabın aralık kalan kısmından bakıyordum. Yerde uzanan bir kablo vardı. Nereye uzandığını içimden bir ses söylüyordu fakat inanmak istemiyordum. Koluma bağlıydı. Dolabın önüne gölge düştü. Kapağı yavaşça açtı.
"Onu buldum." Telefonu kapattı ve kolumdan hızlıca çekerek beni dolaptan çıkarttı. Bu Kyle'dı. Kolumu sıkarak tek kelime etmeden sürükleye sürükleye beni odadan çıkardı. Koluma bağlı enjektörler de peşimden sürünüyordu. Gücüm kuvvetim yerinde değildi, en fazla ellerini yırtabiliyordum. Bu hastane de kimse yok muydu?! Neden kimse farketmiyordu? Kendimi zavallı gibi hissediyordum. Ben bu değildim, içimde toparlayabildiğim güç kadarı ile kendimi kaldırıp geri koşmaya başladım. Elbette beni yakalayacağını biliyordum. Belimden tutup kucağına alarak taşımaya başladı. K2 olduğu çok açıktı. Kolumda kalan enjektörün kablosunu boğazına dolayarak onu yere ittim. Daha sıktım ve sıktım.
"Bana bir şey olursa Kyle'a da olacak. Bunu biliyorsun." Zar zor nefes alarak yavaşça söylemişti. Bir an duraksamış gibi oldum kabloya dolanmış boynu ile başını kaldırdım.
"O bir süre dayanabilir."
Hızla başını yere çarptım. Umarım beyin kanaması geçirmemiştir. Bu hastanede güvende olmadığım belliydi. Odama geri dönüp eşyalarımı aldım. Gücüm kuvvetim hiç yoktu. İki adım attıktan sonra kendimi yere atıp uyumak istiyordum. Saksıyı çalıştırmak bile çok zor geliyordu. Olasılıkları düşünmeye başlayarak lavaboya yöneldim. Bir tuvalete girip klozetin üzerinde başım ve ayaklarımı duvara yaslayarak yan bir şekilde oturdum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
THE FOX'S MARK
General FictionO simgeyi daha önce gördüğümü sanıyorum. Ya da biliyorum. Kendimden emin olmama gerek yok, hatırlıyor olmam benim için yeterli.