Mağara

7.1K 355 5
                                    

Uyandığımda üzerimde tarifsiz bir huzur vardı. Onun kollarındaydım, burnumdaki onun kokusu, alnıma düşen yaş onun mutluluk gözyaşıydı, hayattaydım ve hala beni istiyordu. Elimi yanağına koyduğumda az önce ölen birine göre kesinlikle kendimi fazla iyi hissettiğime kanaat getirdim ve "Melek kanı..." dedim. Onayladı. "B-ben üzgünüm" dediğimde ise dudaklarını hafifçe dudaklarıma bastırıp geri çekildi hemen, yanakları kızarmıştı. "Hadi kalk" dedi bana ve emrine uydum "Buradan gidelim, duş falan alalım ve her şeyi konuşalım. Sımsıkı ellerine yapıştım ve beni tekrar kollarına alıp başımın üzerini öptü ve "Cidden duşa ihtiyacın var." Güldük. Yüzümü ellerinin arasına aldı ve "Gözlerin mavi" demekle yetindi. O iki kelimede bir çok duygu, gerçeklik gizliydi. "Anlamıyorum" diyebildim zorla "Hala nasıl yüzüme bakıp bana dokunabiliyorsun? Ben bile kendimden iğrenirken sen-"  Dudaklarıyla susturdu beni. Kanla karışmış tatlı kokusunu içime çektim. Elleri mengene gibi sıktı çenemden ve yerdeki gözlerime bakmaya zorladı. Öyle ki artık acıyı kısmen hissedebiliyordum. Uyuşukluk hissi hâkimdi bedenime ama canım yanmıştı. "Bir daha bunu duymayacağım anlıyor musun? Kızgınım, öfkeden köpürüyorum, lanetler okuyorum Şeytan ve Meleklere bile ama sen bana seni seviyorum dediğinde ciddi olduğunu biliyordum. Burada canımı teslim etmem gerekse senden vazgeçmem. Ben elini tutmak, gözlerine bu kadar açıkça bakmak için binlerce yıldır bekliyorum ben. Sen babana inandığın için daha farklı biri olmadın. Ben senin her halini gördüm. Doğumunu, tüm yaşamını... Ve ben seni-" çenemi bırakıp başını öne eğdi. Kızarıklık yayılmıştı yüzüne. O kendine güvenen, sanki egonun ayaklanıp yürümeye başlamış hali olan adam önümde kızarıp bozarıyordu. Arsızca "Sen beni ne?" dedim. "Biliyorsun" dedi "Seni çok seviyorum. Ama kendimden çok değil. Kesinlikle benim kadar muhteşem görünmüyorsun. Özellikle şu an hiç" Kahkaha attım. Tehlikedeydik aslında. Lanetli ve kovulmuştuk ama kahkaha attım "Senin evinde uyandığımda kızılların tipin olmadığını da söylediğini hatırlıyorum" O da kahkahama katılmışsa da birden yapmacık bir ciddiyete büründü ve "Evet bayan, buna da bir çözüm bulmalıyız" dedi ve mağarada beni sürüklemeye başladı. Sürekli kulağıma çalınan su sesi dikkatimi o an çekti. Önce tepeden su damlıyor gibiydi. Dakikalar sonra devasa bir parçasına geldik mağaranın. Küçük bir kaynağın beslediği büyülü gibi görünen berrak mavi suyu gördüm. Duvarlara koyu mavi bir ışık yayıyordu. Mağara tavanındaki deliklerden tıpkı katedraldekiler gibi ince ince gün ışığı süzülüyordu içeri ama artık kızıla boyanmış gökten güneş bize ayırdığı o son ender ışıkla kızıla boyamakla yetinecek kadar utangaçça örttü üzerimizi. Hariel'in saçları ve teni altın renginde ışıldıyordu. "Bu kısmını görmesen de -ki ben de az önce sanki biri kulağıma ışıldamışçasına burayı hissetmeseydim bilmiyordum- senin mağaran burası. Büyülü, aslında var olmayan bir yer. Bir melek ya da Tanrının ta kendisinin bir armağanı... Bize bu kadar armağan ne bilemiyorum ama... Her neyse mağaran Bizans'ın göbeğinde, şimdi İstanbul olarak adlandırılan Konstantinopolis’te var olmuştu ilk ama şu an kasabanın biraz dışında olmalı. Yine de tadını çıkarmayacağız diye bir şey yok"  "Tamam ben çıkayım, sudaki yansımandan dolayı boğulup ölmezsen senden sonra ben de yıkanırım" dedim. Güldü ve "Çıkmana gerek yok" dedi yumuşacık bir sesle. Utandığımı hissedince daha da utandım. Küçük ellerimi ellerinin içine aldı ve onca kana ve kire rağmen öptü "Seni hiçbir şeye zorlamam Alexandre" diye mırıldandı. Doğru olduğunu biliyordum. Ellerimi ellerinden çekip göğsüne yasladım ve dudaklarına uzanmak için parmak ucuma kalksam da onun eğilmesi gerekti yetişebilmem için. Ellerini belime sardı. Ondan ayrılıp gölün -irice bir süs havuzdan büyük değildi- yanına gittim ve üzerime yapışmış sırtı paramparça olmuş tişörtümü çıkardım. Kanatlarımdan arda kalan yaralar ortaya çıkınca arkamda kalan ve yüzüne bakamadığım Hariel iç çekti. Pantolonum da yırtık pırtık olduğundan ondan kolayca kurtuldum. Sıra çamaşırlarıma geldiğinde duraksadım ama arkamda benimle aynı şeyi yapan Hariel sıcak ve çıplak tenini bana bastırmaktan çekinmeyerek son siyah parçalardan da kurtardı beni. Doğal basamaklardan sıcacık suya indiğimde göğüslerimi kapatacak kadar derin ama onları gizleyemeyecek kadar şeffaf, sabuna bile gerek kalmayacak kadar büyülü bir temizleme güçü olan bir su kaynağı olduğunu gördüm. Vücudumdan beni iğrendirecek kadar kir yayılıyordu suya ama anında gözden kayboluyordu. Yavaşça arkama döndüğümde Hariel'in de aynı şeye şaşkınlıkla baktığını ve bana nazikçe gülümsediğini gördüm. Yanına gittim ve yıkanmasına yardımcı oldum. Bana şefkatle bakıyordu. Bir süre sonra o da aynısını benim için yapmaya başladı. Ben havuzun kenarına yaslanarak saçlarını yıkadım onun. Bedenimi hissettikçe ikimiz de cahillikle ürperiyorduk. Sonra o nazikçe benim saçlarımı yıkamaya adadı kendini. Elleri ahenkle saçlarımda dolaşınca gülümsemeden edemedim. Güneş elini ayağını çektiğini kanıtlayıp bizi suyun büyülü ışığı ile yalnız başımıza bırakıp üzerimizi örtünce ay karanlığıyla birbirimizi tamamladığımızı anladım ve o gece bunu kanıtladık. Elleri vücudumdan çekilirse öleceğimi anladım. Ya da vücudumda kalırsa nefessiz kalacağımdan öleceğimi… İçimizdeki kara büyü gücünü ben daha uzmanlıkla kullandığımdan kendimize kıyafetler yarattım.  Giyinmemden memnun kalmasa da onun için giydiğim bol beyaz tişört hoşuna gitmişti. Keten bej rengi pantolon da dürüst olmak gerekirse sanırım bana çok yakışmıştı. Ona da isteği üzerine ot pantolon ve polo yaka bir tişört çağırdım büyüyle ama eskisinden yorucuydu artık bu. Sanki tüm melek kanımın çekilmesi, babamın gücümü lanetlemesi ve lanetim bu kadar büyüyü bile yorucu hale getirdiği için küfrettim ama su tüm yaralarımızı iyileştirdiği ve dün geceyi mümkün kıldığı için minnettardım.

Şeytan'ın Gölgesi (Gölge 1)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin