Muhabir yıkık kentin harabeye dönmüş sokaklarında yürüyordu. Yıllar önce başlayan takibin artık sonuna geldiğini hissedebiliyordu. Tam bütün umudunu yitirdiği o noktada göndericisi olmayan bir mektup almış ve takip kaldığı yerden tekrar başlamıştı.
Aslında muhabirin takibi bundan çok da uzun sayılmayacak bir süre önce başlamıştı. Yaklaşık yirmi yıl kadar önce... O günlerde henüz mesleğinin yeni yetmelerindendi. İletişim fakültesinden yeni mezun olmuş, biraz da babasının çevresi sayesinde ülkenin önde gelen gazetelerinden birinde işe başlamıştı. Babası tanınmış bir siyasetçiydi ve aslına bakarsanız tek oğlunun gazeteci olmasına pek de sıcak bakmıyordu. Sonuçta bu devirde kim baba parası yemek varken az maaşlı çok mesaili bir iş seçerdi ki? Bir çok kez babası, "Sana bir iş kuralım, gel ticaret ile uğraş. Kendi işinin patronu ol" önerisi yapmasına rağmen o hep burnunun dikine gitmeye devam etmişti ve işte sonunda burnu onu ta buraya, üçüncü büyük savaşın en çok harap ettiği bu yıkık kente getirmişti. Gazeteciliğinin ilk yıllarında bir çok alanda muhabirlik yaptı. Nerede bir kaza, yangın ya da soygun olsa ilk olay mahalline giden hep muhabir olmuştu. Bir süre sonra belki gençliğinin verdiği adrenalin belki de yaptığı işten aldığı tatminin yetersizliği hangisi daha ağır bastı bilinmez, ani bir karar ile savaş muhabiri olmaya karar verdi. O zamana kadar ki tüm birikimini savaş muhabiri olmak için harcadı. Babası, onun bu işe girmesini istemediği için kendisine daha fazla maddi destek çıkmayacağını ve hatta bu işi yaparsa bir daha ne maddi ne manevi onun yanında olmayacağını söylemesine rağmen onu bu fikrinden vazgeçiremedi. Savaş her yerdeydi. Bu yüzden basın organları da kalifiye savaş muhabirlerine ihtiyaç duyuyorlar ve bu amaçla özel yetiştirilmek üzere savaş muhabirliği kursları açıyorlardı. İşte muhabir de bu kurslardan birine hiç tereddüt dahi etmeden başvurdu. Gazetenin sahibi muhabirin babasından çekinse de bu genç adamdaki azmi ve isteği görünce geri adım atarak onu kursa kabul etti. Kurs boyunca gazetenin tuttuğu eski bir Mosad ajanı tarafından savaşın her türlü koşuluna karşı eğitim aldı. Savaş alanında nasıl hayatta kalınır, öğrendi.
Savaş Alanında Hayatta Kalmanın Kuralları:
1- Savaş yerine gitmeden önce detaylı bir topografya çalışması yapmak
2- Gidilecek yerin çevre koşullarına göre teçhizatı belirlemek (kıyafet, yiyecek, para vs...)
3- Tüm dünyada geçerli bir dil bilmek
4- Gidilecek yerin lisanı bilinmiyor ise kendine o yörede yaşayan bir yardımcı bulmak
5- Çatışma anında her daim soğukkanlılığını korumak ve asla çatışma içine girmemek
6- Ne olursa olsun yanında silah taşımamak (Silah seni tarafsızlıktan çıkartır)
7- Zor doğa koşullarına uyum sağlayabilmek için kondisyonunun her daim iyi olması
8- Her zaman tarafsız olmak
Eğitim öncesi dağıtılan kitapçıkta kısaca bu maddelerden bahsediyordu. Eğitim ise daha zorlu şartlarda biraz daha uygulamaya yönelik yapılmıştı ama hiçbir simülasyon gerçek bir savaşın yerini tutmazdı. Bunu ilk görevinde birebir yaşayarak öğrenecekti. O günleri daha sonra kendisiyle yapılan bir röportaj da şu şekilde anlatmıştı;
"Savaş muhabirliğindeki ilk görevimdi. Gittiğimiz yerde bir iç savaş yaşanıyordu. İsyancılar ile ülkenin kolluk kuvvetleri arasında amansız çarpışmalar hiç bitmeyecekmiş gibi sürüp gidiyordu. O gün isyancıların tarafındaydım. Onları gözlemlemek ve ne için savaştıklarını birinci ağızdan dinlemek üzere yanlarına gitmiştim. Yoldan yavaşça aşağıya iniyorduk. Yanımda silahlı 4-5 kadar özgürlük savaşçısı vardı. Bir anda önümüzden ve arkamızdan ateş edilmeye başlandı. İsyancıların olduğu bölgeye doğru ilerlemeye devam ettik. Yürüyerek bomboş sokaklardan geçiyorduk. Biraz sonra isyancıların garnizon olarak kullandığı bölgeye geldik. Garnizona yaklaştıkça silah sesleri de artmaya başladı. Bir sokağın köşesine vardığımızda üzerimizden kurşunların geçtiğini fark ettik. İsyancılar ile kolluk kuvvetleri arasında sıkışıp kalmıştım. Toz dumandan bir şey göremiyordum. Hareket edemiyordum. O an hayatımda son kez tanrıya dua ettim. Buradan sağ çıkabilirsem, bir daha bu mesleği yapmayacağım dedim kendi kendime. Çevremde isyancılardan yaralananlar vardı. Bir tanesi –annecim- diyerek ağlıyordu. Sonra nasıl olduysa daha güvenli bir yere kaçabildim. Kendime geldiğimde bir barda oturmuş içkimi yudumluyordum. Sarhoş olurken biraz önce yaşadıklarımın bir şaka olduğunu düşündüm. Bir düş gibiydi. Bir çok insan böyle bir tecrübeden sonra bu tip durumlardan uzak durmaya çalışır ama ben oltaya takılmıştım."
İşte böyle başlamıştı nam-ı diğer "Mr.War" yani "Bay Savaş" ın hikayesi, ona bu adı veren Libya'da Kaddafi düşmeden birkaç gün önce tanıştığı Amerikalı bir muhabirdi. Sanki savaş için doğmuştu. Bir savaşçı değildi belki ama savaşı en iyi gözlemleyen, gözü pek birisiydi. Diğer meslektaşlarının gözünde efsunlu birisiydi. Sanki kurşunlar onu her seferınde teğet geçiyor, Tanrı onu bir amaç uğruna hayatta tutuyordu. Savaşların tüm kötülüğünü tüm çıplaklığıyla dünyaya göstermek ve belki de bu sayede insanları savaşmaktan vazgeçirmek üzere dünyaya gönderilmiş "seçilmiş kişi"ydi.
O ise tanrıya olan inancını çok uzun süre önce kaybetmişti. Ailesi iyi birer Ortodoks'tu. Küçüklüğünde her Pazar ailesi ile birlikte kiliseye gidip ayinlere katılır, papazın anlattığı her kelimeyi dikkatle dinlerdi. Ama savaşları yakından görmeye başlayınca tanrıya olan inancı da zayıflamaya başladı. Eğer ki bir tanrı gerçekten var ise bunca kötülüğe ve masum insanın işkence çekmesine göz yumamazdı. Eğer var ise de insanların iç işlerine pek burnunu sokmadığını düşünüyordu. Gel zaman git zaman o da alıştı bunca vahşete, ilk zamanlarında ölü gördüğü zaman kusan adam gitmiş yerine tüm duyguları körelmiş birisi gelmişti. İşleri de tıkırında gidiyordu. Ne de olsa dünya tarihinde savaşsız geçen yıl sayısı 80'i geçmiyordu. Bir yerde savaş bitse, başka bir yerde yine saçma sapan bir sebepten dolayı yeni bir savaş çıkıyordu. İnsanlar yaratılışlarından beri birbirleriyle geçinemiyor ve her fırsatta savaş çıkartıyorlardı. Dört büyük kitapta da aynen böyle yazmıyor muydu zaten? Habil ile Kabil kardeşler. Adem ve Havva'dan doğma çocuklar. Habil çobandı. Kabil ise çiftçiydi. Habil ve Kabil tanrıya adaklarını sundu. Tanrı, Habil'in sunusunu kabul etti. Kabil'inkini ise reddetti. Kabil kardeşi Habil'e sinirlendi ve kin besledi. Bir gün kardeşini öldürdü. Kabil, kardeşinin ölüsünün başında ne yapacağını bilmez halde beklerken bir karga geldi ve toprağı eşelemeye başladı. Kabil sonunda toprağı kazıp kardeşinin cansız bedenini gömdü.
Bu düşünceler altında geldiği yıkık kentin girişinde kafasını gök yüzüne çevirdi. Yüzlerce karga şehrin üzerinde dolaşıyor, insanın içini gıcıklayan sesleriyle bir yandan ötekine doğru uçuyorlardı. Onlar için bu şehirde kazılacak ne çok toprak ve ne çok mezar vardı ama gömülecek hiçbir ceset yoktu. Sadece toz vardı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kahramanlar ve Yolculukları
Fantasy"Anneni ve babanı hatta tüm insanları cehennem azabından kurtarabilirsin. Onlara sonsuz cenneti armağan edebilirsin. Hatta dünyada ki tüm savaşları bitirebilecek güce kavuşabilirsin. Tüm bunları sana verebilirim" dedi ölüm diyarının sahibi. "Peki bu...