Merdiveni indiğim anda akıl almaz, insan yaşamaz bir soğuk bedenimden içeri ye ruhumun derinliklerine nüfus etmişti. Herhangi bir ölümlünün bu derece de bir soğuğa dayanmasının imkanı yoktu hele ki üzerinde benim gibi bir şort ve tişort giymiş küçük bir sabi ise... Neyse ki indiğim yerde beni karşılayan bir zebani vardı. Mictlan adı verilmiş, yedi kattan oluşmuş ölüm diyarının dördüncü katına giriş yapmıştım. Babaannemin anlattığı kadarıyla kutsal kitaplarda tasvir edilen cehennem ateşten yaratılmış ve günahkar ruhların ateşin içinde azap çektikleri bir yerdi fakat şimdiye kadar saf ateşte yanan ruhlara denk gelmemiştim. Şu an bulunduğum yer ise tasvir edilenin tam aksine dayanılamayacak soğuk bir yerdi. Beni karşılayan zebani ise bir buz deviydi. Bana kendi nefesinden üfledi. Bu sayede günahsız ruhuma soğuk etki etmedi. Zebani önde ben arkada başladık buzullar arasında dolaşmaya... Sonu olmayan buz diyarında yürüdük sorularıma bir cevap buluncaya.... Her indiğim evrende türlü ruhlar görmüştüm günahlarının azabını çeken, günahları bitince cennet katına yükselen... Kimileri için ise bu azap sonsuzdu, işledikleri suçların büyüklüğüne istinaden... Yol boyunca zebani ile hiç konuşmadık, konuşmamıza da gerek yoktu aslında. Biliyordum beni götürdüğü yerde alacaktım tüm sorularımın cevabını ve inecektim bir sonraki kata eğer verebilirsem soruların doğru cevaplarını. Artık biliyordum, farkındaydım; bu yolcululuk ailemi bulmaktan çok kendimi bulmak üzerineydi; Nasıl iyi bir insan olunur? Kısıtlı fani dünyada yaptığımız işlerin ne kadarı doğru ne kadarı yanlış, neleri yapmalı neleri yapmamalı şu hayatta... Sonunda vardık bir mekana, dört tarafı da buzlarla çevrili bu diyarda üzerinde ne yiyecek bir yemek ne içecek bir suyun olduğu, üzerinde binlerce ruhun açlık ile sınandığı bir yerdi burası. Binlerce belki de milyonlarca ruh etrafa yayılmışlar, buzulların üzerinde kendilerine bir lokma yemek verilmesi için yalvarıyorlardı tanrıya... Zebani elini kaldırıp onları işaret ederek;
"Bak görüyor musun? Binlerce ruh, buzullar üzerine yayılmış bekliyorlar. Biri gelse de bir lokma yemek verse diye umutsuzca bekliyorlar. Bu beklemeleri nafile, bu diyarda onlara ne bir ekmek var ne su... Bu ruhlar dünyevi yaşamlarında başkaları hakkında asılsız dedikodular yapmış ya da tanıdıkları insanlar hakkında gıybet etmiş kişilerdir. Gıybet ve dedikodu dünya üzerinde işlenebilecek en kötü suçlardan biridir. Onlar bunun farkında olarak ya da olmayarak gıybet ettikleri kişinin günahlarını üstlenmişlerdir. Şimdi onlar için bu günahları ödeme vaktidir."
Bunu dedikten sonra buzullar yavaş yavaş kırılmaya başladı ve altlarından başka ruhlar belirdi. Her biri kendisine günahkar bir ruh seçip başına üşüştü ve milyonlarca aç ruhu kendi etleriyle beslediler. Yer altından apansız çıkmış ruhlar kendi etlerini söküp aç ruhları beslemeye başladılar. Aç ruhlar kendilerine sunulan et parçalarını ağızlarının içine alıyor, çiğneyip yutmaya çalışıyorlar ama etler ağızlarında büyüdükçe büyüyor bir türlü yutmayı beceremiyorlardı. Ne zaman bir et parçasını yutmayı başarsalar peşine başka bir et parçası ağızlarına tıkılıyordu. Verecek et parçası kalmayan ruh gökyüzüne yükseliyor ve henüz kaybolmadan bir başka ruh yer altından çıkıp yeni yiyecek kaynağı yaratıyordu. Ben tüm bu olanları ağzım beş karış açık izlerken zebani bana döndü, neler hissettiğimi soran gözler ile bana baktı. Aslında cevap netti ve tam olarak da şöyleydi;
"Tüm bu aç ruhlar, dünyada başkaları ardından dedikodu yapmış, gıybet etmiş kişilere ait. Yer altından çıkan diğer ruhlar ise, kendileri hakkında yapılmış tüm bu dedikodular ve gıybetlerin karşılığı olarak kendi bedenlerinden yani aslında kendi günahlarından belli bir kısmını diğer ruhlara aktarıyorlar. Aslında yedirmeye çalıştıkları her bir et parçası onların günahları. Bir nevi kendi günahlarını onlara aktarıp daha sonra gitmeleri gereken cennet veya cehenneme hafiflemiş olarak gidiyorlar" dedim ve sonra aklıma takılan soruyu zebaniye yönelttim, "Peki ya burada başkalarının günahlarını üstlenen diğer ruhlar... Onlar sonsuza kadar burada kalıyorlar mı?"
"Burada hiçbir ruh sonsuza dek kalmaz" diye cevapladı zebani, "Benim ülkemde ki günahkar ruhlar işledikleri günahların karşılığını yüklendikten yani karınları tıka basa dolduktan sonra ruhları bu günahların ağırlığına daha fazla dayanamaz ve cehennemin daha alt katlarına düşerler. Bir ruhun cennete yükselebilmesi için tüm günahlarından arınıp hafiflemesi gerekir. Tüm günahlarından arınmamış hiçbir ruh cennet kapılarından içeri alınmaz."
Çocukolmanın dayanılmaz hafifliğini en iyi o zaman hissettim, günahsız ve saf birruha sahip olmak... Ne de güzel bir şey... Keşke her insan çocuk saflığındakalabilse, her ruh cenneti koşulsuz cezasız hak edebilse... Ama ilahi döngü buşekilde işlemiyordu. Her insan dünyevi hayatında zorluklarla karşılaşıyor,kaderin onun için belirlediği çizgide yaptığı seçimler ile kendisine bir yolçiziyor ve sonuçta kendi yaptığı seçimlerin sonuçlarına katlanıyordu. Bir insan60 yıllık yaşamına ne kadar çok günah sığdırabiliyordu; bunu gördüğümde nekadar da aciz olduğumuzu bir kez daha anlamıştım. Benim gördüklerimin yüzdebirini bile görmüş olsalar, işledikleri günahların bu derece büyük bir azabaneden olacaklarını bilseler dünyada geçirdikleri zamanı nasıl geçirirlerdi kimbilir? Aralarından günah işlemeye cüret edebilecek biri olabilir miydi acaba?Sanmıyorum... Ama işte daha önceden dediğim gibi tüm bu fani hayat bir testtenibaretti ve hiçbiri benim kadar şanslı değildi. Beşinci kata inme vaktimgelmişti. Zebaninin açtığı kapıdan benimle birlikte günaha doymuş binlerce ruhda geçmişti
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kahramanlar ve Yolculukları
Fantasy"Anneni ve babanı hatta tüm insanları cehennem azabından kurtarabilirsin. Onlara sonsuz cenneti armağan edebilirsin. Hatta dünyada ki tüm savaşları bitirebilecek güce kavuşabilirsin. Tüm bunları sana verebilirim" dedi ölüm diyarının sahibi. "Peki bu...