O odadan ayrılınca, Alexandra hazırlıklarına devam etti. Perdenin ucunu çekip huzursuz bir şekilde dışarıya baktı. İki adam gitmişti. Yine de , dışarı çıkıp çıkmamak konusunda hala kararsızdı. Entres'e sözü vardı. Eğer gitmezse hem onu boşuna bekleyetecek belki de kıracaktı.
"Saçmalana Alex," dedi kendi kendine. "Boşuna endişeleniyorsun." Aynada ki görüntüsüne baktı. "Bir şey olmayacak." diye konuşarak kendini rahatlamaya çalıştı. Entres'in ona hediye ettiği pahalı ve muhtazam güzellikteki gerdanlığı ait olduğu yere yerleştirdi. Son haline bir kez daha baktıktan sonra ipek kumaşlı Peras denilen minik ayakkabılarını ayağına geçirdi ve bileklerinden bağlayıp merdivenlerden aşağı inmeye başladı. Holde topuk sesleri hafif bir şekilde yankılanarak büyük salona doğru ilerledi. Başıyla salondaki kadın grubuna zarif bir şekilde selam verip "Hoş sohbetler hanımlar." dedi. Kadınlar da büyük bir itina ile onu süzerek güler yüzle selamını kabul ettiler.
Holu geçip evin kapısına vardı ve kapıyı yankılı bir gıcırtıyla açtıktan sonra dışarıya nihayet adımını attı. At aranasına binip arabacıya "Eose Bahçesine" diye komut verdi. Araba ağor bir şekilde yerinden kalkarken sokağın sonunda duran tüylü şapkalı iki adam dikkatinden kaçmadı. Düşünmemeye çalışıyordu onları. "Takıntı yaptığın için gözüne bu kadar batıyorlar." dedi kendi kendine. Tekerleklerin gıcırtısı duyulurken akıp giden çevreyi seyre daldı. Farklı insanlar, farklı hayatlar, farklı hayaller. Hepsinin kendine özgü büyük yahut küçük sorunları vardı. İpek, incilerle bezenmiş dantel kenarlı eldivenlerini elinde tutuyordu. Zarif kumaşa dokunurken aklından binbir düşünce geçti. Uzun, ince parmakları işlemelere değerken aklına Leonus geldi. Babasının görevi nedeniyle gittiği ülkedeki bir ülkenin yerlisi. Zeytuni bir tene ve dünyanın en güzel kahverengi gözlerine sahipti. Alexandra onu daima hayranlıkla izlemişti. Onun egzotik yani başını döndürürdü. Ona her baktığında kendini Entres'e ihanet ediyor gibi hissederdi. Gözlerini kaçırmaya çalışırdı ama yine onu bulurdu zincir vurulup tutsak edilemeyen gözleri. Alex'in aksine Leonus ona çok ender bakardı. Ona baktığı zamanlarda Alex'in gözleri yanardı, bedeni hissizleşirdi. Leonus'a aşık değildi belki ama inanılmaz bir hayranlık duyuyordu. Leònus, onun için daima hayranlık verici bir insan olarak kalacaktı. Ve şimdi kendi ülkesinde, Súrender ülkesinden fersahlarca uzaktı.
Bazen hayattaki yerini sorguluyordu Alexandra. Kimdi, ne olacaktı, bir soylu olarak yaşayıp ölmüş yüzlerce hatta binlerce insandan sadece biri olarak mı yaşayıp gidecekti?
O bunları düşünürken araba durdu ve sert nal sesiyle irkildi.
"Neler oluyor?" diye sordu başını pencereden uzatıp. "İçeride kalın hanımefendi." dedi korumalardan bir tanesi. Alexandra donmuş bir şekilde oturmaya devam etti. Kaskatı kesilmişti ve soğuk terler atıyordu. Korktuğu başına gelmişti. Endişeyle etrafına bakındı. Az sonra kılıç sesi havada keskin bir gürültüyle şakladı. Atların huzursuz sesleri de bu sese katıldı. Hafif bir titreme almıştı Alex'i orada öylece otururken. Birkaç kişi konuşmaya başladı. Ardından kınından çekilen kılıç sesleri her tarafı sardı. Çok geçmeden bir çığlık sesi geldi. Alexandra ani bir nefes alıp gözler faltaşı gibi açıldı.
"Alex çabuk ka-" Muhafızın sesi seri bir şekilde bölündü ve yerini bedenin yere düşerkenki çıkardığı ses aldı. Alex henüz şoku atlatanamıştı ki solundaki kapıyı açıp kaçmaya çalıştı. Kapıyı açar açmaz kendini dışarı attı ve arkasından bir erkek sesi geldi. Anlamadığı bir dilde söylenmişti ama ses tonundan ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Kaçtığını diğerlerine haber veriyordu. Hızlıca olayın yaşandığı yere doğru göz attı. Onu çocukluğundan beri koruyan üç koruyucu muhafızı kan içinde yerde yatıyordu. Birinin boğazı kesilmişti. Diğerinin sırtına hançer en geç olanın ise kalbine kılıç saplanmıştı. Midesi ve aklı bir anda bulandı. Nereye gittiğini bilmeden öylece toprak yoldan kendini ormana attı. Arkasından gelen ayak seslerini duyabiliyordu. Ormanın içindeki arazi engebeliydi ve kuru yapraklarla doluydu. Topukları küçük de olsa ayakkabıları hızlı koşmasını engelliyordu ama buna rağmen hızlanmaya çalıştı. Sabahtan beri olan endişesi boşuna değilmiş. Kendi kendine bugünki izlenimlerini birine anlatmadığına kızdı. Bir şey olursa en azından ne olduğunu bilirlerdi. O kendine söylenirken başındaki minik tacı saçlarından kayıp yere düştü. Hem heyecandan hem de koşmaktan kalbi yerinden fırlayacakmış gibi hızlı atıyordu. Arkasından gelen sesleri umursamamaya çalıştı. Hava hafiften kararmaya başlamış ve soğumuştu. Bir an önüne çıkan görüntü karşısında donup kaldı. Tamamen bir hayal kırıklığıydı yaşadığı. Karşısında oldukça geniş bir akarsu vardı. Gürül gürül akıyordu ve geçmeye izin vermeyecek kadar hırçın duruyordu. Aklına aniden muhafızlara dair gördüğü son şey geldi. "Su ya da kılıç Alex," dedi kendine. "Temiz veya kanlı bir ölüm." Akarsuya arkasını dönüp ormanın içine, siyah giyinmiş koşan adamlara baktı. Rüzgar şiddetli bir şekilde eserken gözlerini kapattı ve bir adımını arkaya, suya doğru attı. Sonra bir kaç adım daha. Adamlar ne kadar hızlı geliyorlarsa o da yavaş bir şekilde adım atıyordu. Artık yanındaydı adamlar. Yüzleri siyah maskeliydi, gözlerinden başka biri şey seçilemiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Blood and Victory- Kan ve Zafer
Historical FictionGizli gerçekler, unutulmaz hikayeler. Ailesini politik savaşlarda kaybetmiş, hayatı bir gecede değişen soylu bir kız. Dünyanın gidişatını belirleyen suikastçi bir tarikat. Entrika, savaş, kan, ve ihanet dolu bu oyunda zafer kimin olacak? -Bu hikayey...