○13●

59 2 0
                                    

İnsan üç evreden oluşuyordu; yaşam, acı ve ölüm. Doğduğumuz an hemşireler tarafından silinen bedenimiz, günahlardan arınmak gibiydi. Daha küçücük bedenimizde dünyanın acılarına karşı tek yaptığımız şey ağlamaktı. Gözümüzden düşen yaşlar sanki dünyaya gelmemizin pişmanlığıydı. Biz bu dünyaya gelerek büyük bir hata yapmıştık. Ölümü bilerek doğmak, acıyı bilerek yaşamak gibi. Acı söylemesi kolay, yaşaması zor bir duyguydu. Yaşamanın ardında acı vardı. Ölmenin ardında olduğu gibi. Yüreğimizin her köşesindeki sisli bulutların sahibiydi acı. Tenimize batan iğne ucu gibi kalbe batandı, acı. Acıyı içinde yaşayan insan, kalbinin en ücra köşelerini feda etmişti bu duygu için. Kalbin yok olduğu, mantığın devreye girdiği anın başrolüydü. Yaşamı, ölüme çevirendi acı. Yaşamla ölüm arasındaki o ince çizgiydi, acı.

İnsan bir gerçekten oluşuyordu; kayıplar. Yaşarken verdiğin kayıplar kalbe inen darbeydi. Ölürken verdiğin kendi kaybın seni sevenlerin kalbine inen darbeydi. Kalbe inen darbe; acıydı. Her evre tek bir gerçekle bağdaşıyordu. Her verdiğin kayıp uçurumun kenarından sallanmanı sağlıyordu. Dünya kayıplarla eşsizleşiyordu. Kayıplar dünyayı kötüleştiriyordu. Mutluluğun, aşkın, heyecanın katiliydi kayıplar. Tüm duyguların katiliydi, kayıplar.

Bedenim sanki sisli bir bombanın ortasında kalmıştı. Bomba patladığında ürpererek titremeye başlamıştım. Gözlerim sanki o anın korkunçluğunu temsil eder gibi yanıyordu. Gözüme batan sisli bombanın sisi değil, anılarımdı. Vücudumu titreten bombanın sesi değil, bedenimi delen kurşundu. Dedem önümde kanlar içindeydi. Sandalye devrilmiş, yere yıkılmıştı. O kocaman vücudu tüm acılara rağmen ayakta dururken şimdi kalbini delen bir kurşunla yerde yatıyordu. Bana bakıyordu, aynı pişmanlıkla. Gözlerinden geçen anıları görür gibiydim. Gözleri kapandığında ağzımdan çıkmayan çığlık, vücudumda yankılanmıştı. Kafamı biraz yukarı kaldırdığımda can bildiğim dostlarım canımın bedenimden çıkışını izliyorlardı. Eylem bedenimi delen kurşunun sesini duyduğunda Ergiz'in tişörtünü sıkıca kavramıştı. Yere yıkılış anını saatler geçermiş gibi seyrettim. Ergiz ise sessizce gözünden akan yaşlara rağmen Eylem'i ayağa kaldırır gibiydi. Sanki ölüyordum da onları güçlü görmemi ister gibi. Okan duvara bir şeyler fırlattı. Onunda ağladığı belliydi. Ege çocuksu halinden tamamen kopmuş bana bakıyordu. Gözleri karın boşluğumda ki kanda takılıp kalmıştı. Hepsi benim suçum. Daha on yedi yaşındaki bir gencin çocuksu ruhunu koparıp almıştım. Batın'a çevirdim gözlerimi. O karnımdan akan kana değil, gözümden akan yaşa odaklanmıştı. Ağlamıyordu, güçlü duruyordu. Gözlerinin mavisi denizin şiddetli dalgalarını yansıtıyordu. Öfkeliydi hem de çok. Bana mıydı bu öfke? Yoksa canımı yakan kişiye miydi? Ağzını oynatarak bir şeyler söyledi. Gözlerim kapanmak üzere olsa da anladım. Küçüklüğümden beri Ergiz'le başkasının duymasını istemeğimiz şeyleri ağzımızı oynatarak birbirimize anlatırdık. Belki de hayattaki tek yeteneğimdi.

"Dejavu." dedi ağzını oynatarak. Gülümsedim. Belimde sanki onun güçlü kollarını hissetmiştim. Alışkanlık haline getirsen daha iyi olur diyemedim. Gidiyordum, sonbaharda. İçimden kendime küfrettim. Dedemin yanına hiç gitmeyecektim. Böylesine canımın yandığı için canı yanan üç erkekle karşılaşmayacaktım. Kendim yüzümden başkasının canını yakmayacaktım.

"Sonbahar dindirir acıları." Fısıldıyordum sanki. Boğazımdan ses çıkmıyordu. Ortamın sessizliğine bir yankı getirmişti, sözlerim. Bütün yaşlı gözler bana çevrilmişti. Gülümsedim. "Sonbahar." dedim beni duymaları ümidiyle. "Sonbahar geldi." Gözlerim artık dayanamadı. Kendini sonbahara teslim etti. Acılar sonbaharda son bulurken, benimkiler yeşeriyordu. Ölüm yasak bir bahçeden zehirli bir elma almak gibiydi. Nefret elmanın zehrinin damardaki kana işeniş şekli gibiydi. Bedenimi durduramadığım bir titreme sarmış, kalbimin yavaşlayıp dakika da bir atışını hissedebiliyordum. Bazen ölüme ne kadar yakınsanız o kadar iyi algılardınız.

SONSUZ KAYIPLARHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin