Her şeyin sona erdiği ve her şeyin daha yeni başladığı zamandı. Yaşıyordu ama buna yaşamak demek kelimeye haksızlık etmek gibi bir şeydi. Sanki yüzlerce metre karelik çiçek bahçelerine sahipti ancak koku duyusunu kaybetmişti. Sanki hayatını müziğe adamış biriydi fakat kulakları artık duymaz olmuştu. Ölüm, yapbozun kilit parçasını koparıp gitmişti ondan, bir dahaki sefer için pusuya yatmıştı. Bundan böyle bir babası yoktu; istese de bir bütün olamazdı.
Gece vaktiydi, yağmur yağıyordu. Yol yanı başından akıp giderken rahatsız otobüs koltuğunda oturmuş düşen damlaların birikintilerde yarattığı dalgalanmaları seyrediyordu.
Yağmuru daima sevmişti. Hayat bulan toprağın iç açıcı kokusu, üstünde damlaları biriktiren yaprakların sunduğu görsel şölen, melodiyi andıran suyun şıpırtısı, insanların evlerine çekilmesiyle boşalan sokaklar... Yağmur onu özgür hissettiriyordu. Şimdi ise hüzünle süslenmiş buruk bir huzur tanesi vardı yüreğinde. Babasının arabasında oturup camdan süzülen damlaları seyre daldığı anıları geliyordu aklına. Lawrence her mevsim yağışlı olmasa da yağmur altında güzel dururdu. Impala'nın içinden şehri ele geçiren yağmuru izlemek ise tarifi olmayan bir duyguydu.
Gözlerinin yeniden dolduğunu hissetti. Çabalıyordu ama olmuyordu; babasına dair ne varsa özlüyordu. Güzel Impala da bunların üst sıralarında yer alıyordu. Keşke şu an bebeğim benimle olsaydı diye düşündü içini kemiren özlemle, o zaman bu aptal otobüs yolculuğuna da katlanmak zorunda kalmazdım. Ama nerede olduğuna dair en ufak bir bilgiye dahi sahip değildi. Bilmiyordu ve canını en çok da bu yakıyordu.
Otobüsün havası boğuktu ya da ağladığını kimseye belli etmemek için kendini çok fazla tuttuğu için aldığı soluklar ciğerlerine kütle gibi oturuyordu. En azından burası kalabalık değil diye şükretti. Bindiği son otobüste Palo Alto'ya gidenler evli olduğunu düşündüğü bir çift, yolculuk başladığı andan beri uyuyan yaşlı bir adam ve kendisi gibi birkaç öğrenciydi yalnızca.
Yaklaşık iki gündür yol gidiyordu ve bu yüzden mola yerine vardıklarında kendini dışarı nasıl attığını bilemedi. Taze toprak kokusunun hakim olduğu havadan çektiği büyük nefes ciğerlerini, iri ve sıcak yaşlar gözlerini doldurdu. Neyse ki şiddetle yağan yağmur onu sarıyor ve gizliyordu. İhtiyaçlarını gidermek için inen insanlar kapalı alanlara koştururken o sadece duruyor ve tenine temas eden her damlada biraz daha durgunlaşıyordu. Bir iki dakika sonra saçları çoktan sırılsıklam olmuştu ama umursamıyordu.
Üzerinde babasının deri ceketi vardı, böylece gövdesi kuru kalıyordu. Onu yağmurdan koruyan bu ceket üzerindeyken her şeye rağmen bir nebze de olsa babasını yanında hissediyordu. Bu nedenle ceketi kolay kolay üzerinden çıkarıp bir kenara koyamayacağının şimdiden bilincindeydi.
Yağmur biraz dindiğinde cebinden sigarasını çıkarıp bir dal aldı ve dudaklarının arasına yerleştirdi. Çakmağını çakıp bir nefes çekti. Kötücül duman ciğerlerinde kısa bir geziden sonra dudaklarından süzüldü ve havada dağıldı. Eskiden pek fazla sigara içen biri değildi ancak insan her şeye yavaş yavaş alışmak zorunda kalıyordu.
Sigarası bittikten sonra ıslak bir vaziyette otobüsteki eski yerine döndü. Muhtemelen hasta olacaktı ama ondan önce kardeşinin söylevlerinden birine maruz kalıp ağır bunalımlar geçirmeliydi. Kardeşi aklına gelince ciddi bir ruh hali eli geçirdi onu. Artık kardeşinden başka kimsesi yoktu bu dünyada. Bu yüzden ona sahip çıkmalı ve ne pahasına olursa olsun onu korumalıydı.
Palo Alto'ya varmalarını az kalmış ve yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan güneşe gözlerini dikmişken babasının emir veren sesi yankılandı zihninde.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Wisteria // Destiel
FanfictionMor salkımların altındalardı ve maviler yeşillere düşmekten kendini alamıyordu.