Hava kararıyordu. Koşmaya devam ediyordum. Durmamalıydım. Durursam beni yakalarlardı.
Gideceğim ve kimse beni bulamayacak. Kimse...
"İşe yaramaz, işe yaramaz çocuk!"
"Biz olmasak çoktan ölürdün."
"Bizim için yükten başka bir şey değilsin."
"Sen şeytansın! Gerçek bir şeytan!"Daireler çizerek koşarsam beni bulamazlar. Yakalayamazlar.
Bende bu lanet köyden kurtulurumdum.Bu köyde aldığım nefes bile cehennemdeymişim gibi hissetmemi sağlıyordu. Nereye gideceğim fark etmez, çünkü artık hiçbir şey fark etmiyordu.
Ben olsam da olmasam da, ölsem de yaşasam da, sonuçta kimse önemsemeyecekti.
Kimse beni asla önemsemeyecek.Ben şeytandım onlara göre.
Ailesinin bile istemediği uğursuz bir çocuğum.
Yetimhanede neredeyse herkesin düşman olduğu bir çocuk.
Defalarca öldürülmeye çalışılan bir çocuk.Duygusallık yapmaya çalışmıyordum. Köydekilere yaptıklarını ödetecektim elbet. Hem de öyle bir ödetecektim ki...
Tüm köyü ateşe verip yakarışlarını dinlemek harika bir fikir olurdu. Ama önce izimi kaybettirmem gerekti.Gece karanlığının şansıma olduğunu düşünerek, biraz yavaşladım. Zaten eski püskü olan ayakkabılarımım tabanları kopmuştu. Onları çıkarıp kimse bulamasın diye ormanın girişindeki şelaleye giden nehire attım. Belki ayakkabılarımı bulunca öldüğümü düşünüp peşimi bırakırlardı.
Bende geceyi ormanda, ağaçlardan birinde gecirebilirdim.
Sabah olunca da çok uzaktaki tren istasyonuna varıp beni buradan götürecek bir trene gizlice girebilirdim.
Evet, hala her şeyi düzeltebilirdim.Ormanın girişindeyken yorgun düşüp sırtımı bir ağaca dayadım.
Keşke yetişkin olsaydım, o zaman daha hızlı koşardım ve benimle uğraşanlara derslerini verirdim.
Yetişkin olmak eğlenceli olmalıydı...
Güçlü bir yetişkin olmaksa... Ah, rüya gibi bir şey...Güçlüler zayıfları ve küçükleri ezerdi. Bu hep böyle olmuştu değil mi? Eğer kendini savunacak kadar güçlü değilsen dövüldüğünde şikayet etmeye hakkın yoktu.
Eğer güzel bir silahın ya da sivri bir bıçağın yoksa güçlüklere karşı duramazdın zaten...
Ah, nereden bir bıçak bulabileceğimi merak etmeye başlamıştım.Ay yükselirken uykum gözlerimin kapanmasını sağlamaya başladı. Yumuşak bir yatakta uyumak değilde, birkaç saatlik bir uyku çekmek güzel olabilirdi.
Ama...
"İŞTE ORADA! ONU GÖRÜYORUM!"
Ellerinde önlerini aydınlatmak için gaz lambalarıyla ormana doğru koşan iki adamı görünce ayağı fırladım. Yetimhane görevlileri...
İzimi takip etmiş olmaliydilar. Ormanın içine ilerlemekten başka çarem yoktu.Koşabildiğin kadar hızlı koş. Baska bir şansım yok zaten!
Ayaklarımın acıtmasına aldırmadan koştum. Aptal ben kesin arkada ayak izi falan bırakmıştım. Yoksa izimi bulmalarına imkan yoktu.
Ağaçlar arasında koşarken kurt ulumaları duyuyordum. Bu kötüydü. Peşimdekileri atlatsam bile onlara yem olabilirdim.
Tırmanacak bir ağaç bulmam gerekti.
Ve ağaç bulmak için etrafa bakınmaya başladığımda ormandan çıkıp bir açıklığa geldiğimi fark ettim.Kahretsin.
Ne yapacağımı seçmeye çalışırken ay ışığının parlattığı bir uyarı tabelası gözüme çarptı.
EBBOT DAĞI yazıyordu beyaz ve keskin harflerle.
Hakkında efsaneler olan dağ olmalıydı bu.
Gidenin geri dönemediği dağ.
Geri dönmek isteyen de yoktu zaten. En küçük bir korku hissetmeden koşmaya devam ettim.
Ve tek kurtuluşum gibi görünen dağa ilerledim.Tırmanışım bütün gece sürmüş olmalıydı...
İzimi kaybettimeyi başarmıştım. Zaten o korkaklar lanetli denilen bir dağa yaklaşmazlardi.Aslında pek bir şey hatırlamıyorum tırmanışımla ilgili.
Tek hatırladığım şey, tan ağırırken zirvedeki derin göçüğe ayağıma takılan sarmaşık sayesinde düşmemdi.Düşüşüm uzun sürmüştü.
Lacivertten çivit rengine açılan gökyüzüne bakarken düşüyordum. Sonsuz bir boşluğa düşmek gibiydi.
Belki de ölüm beni kollarına aldığı için öyleydi.
Olamazdı. Ben daha ölmek istemiyordum.
Ama ölüm, en korkusuzu bile korkutacak bir düşünceydi.
Tanımadığınız soğuk bir elin ensenizde gezmesi gibi.
Bu korkuyla, bir daha açabileceğimi umarak gözlerimi yumdum.
Her şey o zaman değişmişti.Burnuma gelen hoş bir koku ile gözlerimi aralamıştım.
Tepemde parlayan güneş gözlerimi kamaştırınca başımı çevirmiştim.
O sırada burnuma bir şey değdi, ve beni gıdıklamıştı.
Aslında burnuma değen her yerime değiyordu. Yumuşak ve hoş kokuluydu, gıdıklıyordu.
Gözlerimi açabildiğimde altın renkli çiçekler görmüştüm.
Yattığım, büyük ihtimalle düştüğüm, yeri kaplayan onlarca altın çiçek...
Belki ölmememi sağlayan onlardı.
O sırada yanaklarımin ıslak olduğunu fark etmiştim. Ölüm korkusu beni ağlatmış olmalıydı."U-uyandın! Sonunda!"
Duyduğum çocuk sesiyle başımı çevirdim. Bu bana biraz acı verdi.
Gördüğüm manzara ise beni şaşırtmıştı.
Beyaz renkli, keçiye benzeyen kulakları olan bir canavar vardı karşımda.
Yetimhanedeki çocukların yeraltında yaşayan canavarlarla ilgili anlattıkları hikayeleri duymuştum. Ama orada onlardan hep korkutucu olarak bahsediliyordu.
Karşımdaki ise... Henüz çocuk olduğu anlaşılıyordu.
Masum bir yüzü vardı. Üzerinde yeşil üzerine sarı çizgili bir kazak ve pantolon vardı. Normal insan gibi giyinmişti yani. Korkutucu görünmüyordu.
"Seni öyle bulunca öldün sandım. İyi misin? Bir yerin ağrıyor mu?" diye sormuştu bana yaklaşıp.
Ben de aynı anda doğrulup ondan uzaklaşmıştım çiçekler içinde kendimi ittirerek.
Ama ağrıyan bileğim fazla uzaklaşmama izin vermemişti.
"Ah korkma! Ben sana zarar vermeyeceğim!" diyerek tek dizinin üzerine çökmüştü canavar.
Sesinden bir oğlan olduğunu çıkarabiliyordum. Yani eğer canavarların cinsiyeti varsa.
"Cidden, ben dostum!" dedi benim hala korkuyla baktığımı görünce.
"Sana yardım etmek istiyordum. Ebbot dağının tepesinden düştün. Nerede olduğunu biliyor musun?"
Gözlerinde gereksiz bir endişe ve ilgi vardı. Daha önce hiç görmediğim bir şekilde bakmıştı bana. Tuhaf hissetmeme ve garipsememe neden olmuştu.Sorusu üzerine başımı hayır anlamında sallamıştım.
"Şu an Yeraltı Dünyası'nın girişi olan Harabeler'desin. Daha önce hiçbir insan düşmemişti buraya!" demişti heyecanla. Sanki bu olaydan çok mutlu olmuş gibi.
Kendi de nasıl bir izlenim yarattığını fark edince paniklemişti.
"Yani düştüğüne mutlu olamadım tabi! Canın bayağı acımış olmalı! Ama düştüğün için mutsuz olduğum anlamına da gelmez bu- Aman! Ne diyorum ben?"
Kendi şaşkınlığına gülüp elini ensesine götürmüştü.Bir canavardı, ama sevimliydi. Bunu düşünmeden edememiştim.
"Sen cidden canavar mısın?" diye sormuştum kendimi tutamayarak.
"Ne biçim bir soru bu?" demişti gülerek. "Elbette canavarım! Ne kadar farklı göründüğümüze bir baksana!"
Ah, eğer insanların aslında ne kadar korkunç canavarlar olduğunu görseydi görünüşün bir önemi olmadığını anlardı.
"Şey, benim adım Asriel." demişti sonunda önümde, çiçeklerin içine diz çökerek. "Annem ve babam Yeraltı'nın kral ve kraliçesidir. Övünmek gibi olmasın ama bende bir prensim yani." kıkırdamıştı bunları söylerken. "Ya senin adın ne insan?"Gözlerim bir an için onun yüzüne dalınca yutkunmuştum.
"Chara..." demiştim kısık bir sesle.
"Ah, bu güzel bir isim. Memnun oldum Chara." demişti Asriel. Elini bana uzatmıştı o sırada. Elini kabul edince ayağı kalkmama yardım etmişti.
"Hadi gel Chara. Seni eve götüreceğim."İşte böyle tanışmıştık Asriel.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Bad Guy
Fanfiction"Zaten kötü adam başından beri bendim, değil mi Asriel?" *Undertale Fanfiction* İlk çocuğun hikayesi. Hakları altın renkli düğün çiçekleri içinde saklıdır.