Jüpiter Kampı'na ertesi gün öğlen vardık.
Kampın girişinde iki muhafız bir tüneli tutuyordu. Tünelin bizim kamptaki Thalia'nın ağacının yerini tuttuğunu düşündüm. Kampı ölümlülerin görmemesini sağlıyordu.Tünelden çıktığımızda karşımda bir vadi uzanıyordu. Havzada ufak ufak tepeler, altın renkli ovalar ve ormanlık alanlar vardı. Berrak bir nehir vadinin tam ortasındaki bir gölden çıkıyor, kıvrıla kıvrıla ilerliyor ve büyük bir G harfi gibi vadinin çevresinde dolanıyordu. *
Koca koca meşe ve okaliptüs ağaçlarının, altın renkli tepelerin ve masmavi bir göğün bulunduğu bu bölge kuzey Kaliforniya'da herhangi bir yerde olabilirdi. İç kısımdaki Diablo Dağı da tam olması gereken yerde dikiliyordu. *
Vadinin ortasında, beyaz mermerden, kırmızı kiremit çatılı binaları ile etrafı gölle çevrilmiş ufak bir şehir vardı. Binalardan bazıları kubbeliydi ve milli anıtlar gibi sütunlu girişleri vardı. Diğerleriyse altın kapıları ve büyük bahçeleriyle sarayları andırıyordu. Desteksiz sütunları, çeşmeleri ve heykelleri bulunan açık bir meydan gördüm. Bir yarış pistini andıran oval biçimli uzun bir sahanın çevresinde beş katlı bir Roma stadyumu güneşin altında pırıl pırıl parlıyordu.*
Güneydeki gölün diğer kıyısındaki bir başka tepedeyse tapınak olduğunu düşündüğüm daha gösterişli binalar vardı. Kıvrıla kıvrıla vadiyi kesen nehrin üstünde birkaç taş köprü vardı ve kuzeyde bir dizi tuğla işi kemer tepelerden şehre doğru uzanıyordu. Su kemeri olmalıydı.*
Vadinin en tuhaf bölümüyse hemen aşağısındaydı. Yaklaşık olarak iki yüz metre ileride askeri bir kampı andıran yer vardı. Kamp yaklaşık 400 kilometreydi ve dört ucunda üstlerinde sivri mızraklar bulunan toprak siperler vardı. Duvarın ardındaysa, yine sivri mızraklarla çevrili kuru bir hendek duruyordu. Her köşede kocaman, yere monte edilmiş arbaletlerin bulunduğu ve nöbetçilerin kol gezdiği ahşap gözetleme kuleleri vardı. Kampın diğer ucunda, şehre açılan geniş bir geçit görülüyordu. Daha dar bir geçitse, nehir kıyısına yakın olan taraftaydı. Büyük kalenin içiyse cıvıl cıvıldı: Düzinelerce çocuk barakadan barakaya gidiyor, silah taşıyor, zırhları cilalıyordu.* Anlaşılan kış olması Jüpiter Kampı'nı etkilemiyordu.
Melanie önümüzdeki nehre girip karşı tarafa doğru yürümeye başladı. Styks Nehri'nden beri nehirlerden nefret ediyordum ama yine de Melanie'nin peşinden yürüdüm. Su mevsimin kış olmasına rağmen soğuk değildi. Hatta nehirde kaldıkça sanki tüm hücrelerim yenileniyor gibi hissediyordum.
Nehirden çıktığımızda birkaç kişi bize doğru geldi. Herkesin üzerinde mor tişört vardı ancak en önde gelen kız ve oğlanın tişörtlerindeki nişanlara bakınca lider olduklarını anladım. Kız Melanie'ye dönüp onu baştan aşağı süzdü. "Ne oldu? Victor nerede? Melez Kampı'ndan ne haber geldi?"
Melez Kampı mı? İşte o an Melanie'nin neden o kadar ısrar ettiğini anladım. Kardeşi Victor ile büyük ihtimalle kampa gidiyorlardı ama başlarına büyücü kardeşler gelmişti. Sonra Melanie beni bulunca en iyi seçeneğin ben olduğuma karar verdi.
"Victor şey..."derken Melanie'nin ağzından bir hıçkırık kaçtı.
"Ben Luke Castellan. Melez Kampı'ndan geliyorum. Hermes'in oğluyum."dediğimde herkes gözlerini Melanie'den bana çevirdi. Hepsinin gözleri kocaman açılmış, dehşetle bana bakıyorlardı.
Üzerinde nişanlar olan oğlan elini omzundaki yaya götürüp bana baktı. "Sen o... Bilirsin işte, Satürn'ü dirilten Castellan mısın?"
"Satürn kim?"demiştim ki kim olduğu aklıma geldi. "Kronos'tan bahsediyorsunuz. Evet, ben onu tamamen yok eden kişiyim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
young god | luke castellan
Fantasy"Ah, bebeğim efsane olacağımızı biliyorsun," diyor "Ben kralım sense kraliçe ve beraber cennete doğru tökezleyeceğiz Eğer sonda bir ışık varsa o sadece gözlerindeki güneş Cennete gitmek istediğini biliyorum ama bu gece sadece bir insansın"