XXVIII

307 30 30
                                    

"Her şey iyi olacak,"dediğinde koltuk değneklerimi sıkıp Thalia'ya baktım. Empire State binasının önünde duruyorduk. Buraya gelmemiz üç gün sürmüştü. Yolda bir araba çalmıştık ve bana koltuk değnekleri bulmuştuk. Thalia bana ambrosia bile yedirmeyi denemişti ama işe yaramamıştı. İşin ilginç yanı ambrosia bana zarar da vermemişti.

Thalia elimi tutup bana gülümsedi. "Bir şey olmayacak, hadi."

"Artemis ikimizi de öldürecek."diye homurdandım. Thalia gözlerini devirdi. Bunu yol boyunca en az yetmiş kere söylemiştim. "Seni öpen bendim, yani eğer seni öldürmeye kalkarsa suçu bana atabilirsin."

"Ama zevk alan da bendim."dediğimde Thalia'nın üst dudağı kıvrıldı. Gülümseyerek kolumdan beni binaya doğru çekiştirdi.

Asansöre geldiğimizde görevli bizi durdurmaya çalıştı. Thalia ise ben bir şey demeye fırsat bulmadan adamı ikna etti. İkna ederken sert bir şekilde Zeus'un kızı olduğunu birkaç yunanca küfürle beraber dile getirmesi yetmişti. Adam sinirle koltuğundan kalktı ve anahtar kartını uzattı. Thalia elinden kartı aldı ve asansöre bindik. Thalia kartı güvenlik bölmesine soktu ve kapılar kapandı. 600 rakamını gösteren yeni bir ışık yandı. Işığa bakıp beklemeye başladık. Olimpos'a daha önce de gelmiştim ama sanki o zaman her şey daha hızlı oluyor gibi gelmişti. Belki de zamanı kontrol eden bir Titan bedenimde olduğu içindir...

Nihayet kapılar açıldı.
Boşlukta asılı duran dar bir taş geçidin üzerindeydim. Manhattan'a bir uçak yüksekliğinden bakıyordum. Önümde uzanan beyaz mermer merdivenler gökyüzündeki bir bulutun içine doğru devam ediyordu. Gözlerimle merdivenlerin sona erdiğini takip ettim ve Olimpos dağını gördüm. *

Bulutların üzerinden, tepesi karlarla kaplı Olimpos Dağı gözüküyordu. Dağın yamacında asılı duran sürüyle şato vardı. Burası bir şato şehriydi; hepsinde de beyaz sütunlu avlular, altın yaldızlı teraslar ve üzerinde binlerce ateşin yandığı bronz meşaleler vardı. Ta tepeye kadar dimdik uzanan yollar vardı. En tepedeyse, beyaz karlara görüntüsü yansıyan en büyük şato vardı. Titizlikle hazırlanmış bahçeler zeytin ağaçları ve güllerle doluydu. Uzaktan, renkli çadırlarla dolu bir açık hava pazarı, dağın bir yamacına inşa edilmiş taş bir amfitiyatro, diğer yanındaysa bir hipodrom ve stadyum gözüküyordu. Şehir, yepyeni, tertemiz ve rengârenkti. Atina'nın yirmi beş bin sene önceki hali gibi duruyordu.*

Olimpos'tan geçerken insanlar bana tuhaf tuhaf baktılar. Sanırım birkaç yıl önce buraya Kronos olarak girdiğimi hatırlıyorlardı. Ama hiçbiri bir şey demedi ya da elindekileri fırlatmadı. Sanırım bunda koltuk değnekleriyle, yırtık pırtık ikora bulanmış kıyafetlerle gelmemin de biraz katkısı var.

Ana yoldan, tepedeki büyük şatoya doğru yokuş yukarı tırmanmaya başladık. Thalia koluma girmeyi teklif etti ama gerek olmadığını söyledim.

Merdivenler merkezi bir bahçeye çıkıyordu. Orayı geçince de bir taht odası vardı.
Taht odasında kocaman sütunlar, hareket halindeki yıldızları gösteren kavisli bir tavana kadar uzanıyordu. On iki tane taht Melez Kampı'ndaki gibi U şeklinde dizilmişti. Ortadaki ocak çukurunda muazzam bir ateş yandı. Tahtlardan biri hariç hepsinde tanrılar oturuyordu. Boş tahtın üzerindeki güneş motiflerinden Apollon'a ait olduğunu düşündüm. Will'in babası hakkında söyledikleri hayal meyal aklıma geldi ama bir şey demedim.

Thalia geride durup gözleriyle gitmemi işaret etti. Sanırım görevin bu kısmında yalnızdım. Harika! Tam da onu yanımda istediğim zaman geride kalmak istiyor.

"Luke Castellan, görevini tamamladın. Açıkçası bunu beklemiyordum."diyerek Zeus gözlerini kıstı. Koltuk değnekleriyle olabildiğince önlerinde eğilmeye çalıştım. Ama Zeus'un yanında oturan tanrıça beni durdurdu. Hera? "Buna gerek yok, ayakta durabilirsin."

young god | luke castellanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin