Dakikalar geçti, birbirine bağlı bedenler çözülmedi. Hilal geriye çekilmeyi düşündüğü sırada ya Leon hıçkırıyordu ya da 'Neden?' diyordu. Titreyen ses tonu yüzünden Hilal vazgeçiyordu geri çekilmekten. Kendisi yalnızdı, bu yüzden acı çekiyordu. Ruhu böyle bir yalnızlıkla daha önce hiç sınanmamıştı. Bilmediği topraklarda bilmediği bir yere gidiyordu. Fakat daha acı olan bildiği topraklarda yalnız kalan, hiçbir zaman taktir edilmemiş, kollarının arasında ağlayan Leon değil miydi? Bunları düşündükçe kalbinin üstünde daha önce hiç hissetmediği bir baskı hissediyor, nefesi daralıyordu. Leon ise başını Hilal'in boynuna gömmüşken bütün hayatını sorguluyordu. İzmir'e ilk gittiği gün annesi parmaklarını okşayıp 'Piyano çalan bu eller şimdi silah tutacak öyle mi?' dediği zaman aklına geliyordu. Lakin anılar denizine düşen biri o dalgaların arasından kolay çıkamazdı. Babasının verdiği vazifeler, arkadaşı Spiros'u vurmak zorunda kalışı... Gördüğü kan, zulüm, gözlerine nefret perdesi inen babasının bağırışları... Yazılar yazan birini araması... Yağmalanan evler, sokaklar... Güzel Kordelya'da yaptığı gezinti... En acısı işlediği günahlar. Aldığı canlar. Savaş meydanında, sürgüde omuz omuza savaştığı onca asker. Neden burada olduğunu bilmeden sadece emir dinleyen boş şuurlar... Öldürdüğünü zannettiği, bolşevik kimliğiyle örttüğü asker hala içindeydi. Yaptıklarından pişman, biçare çırpınışlarla yeniden gün yüzüne çıkmaya çalışsa da her sabah onu susturmayı başararak devam etmişti hayatına. Şu sol cebindeki kağıdı görmeseydi, o yaralı asker yine çıkar mıydı içinden? Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Hilal'in kokusu burnuna dolarken düşünmek istemedi. Ona söylediği gibi zihnini dinlendirmeliydi. O sırada en yakınında olan şeyle oyalanmaya çalıştı yorgun zihni. Ciğerlerine dolan bu tarifsiz kokudan başka hiçbir şey şuurunu dağıtamazdı. Nasıl koktuğunu düşündü. Hangi çiçek böyle kokabilirdi? Aklına gelen bütün çiçekler bu kokuya uymuyordu. Çiçekten bile daha masum bir kokuydu bu. Düşündü, düşündü... Sonunda buldu ne koktuğunu. Şüphesiz ki dünyadaki en masum varlığın kokusu. Bir bebeğin kokusu gibi. Teni de o kadar yumuşaktı. Evet dedi içinden. Bebek gibi kokuyor. Kimse tarafından görülmemiş, büyüdükçe içindeki masumiyeti kaybetmemiş. Bunları düşünürken Hilal geri çekildiğinde son kez derin bir nefes aldı. Boynundan gelen yoğun, masum koku uzaklaştığında burnunun sızladığını hissetti, gözlerini açtı. Hilal kendisine telaşlı gözlerle bakıyordu. Biliyordu Leon soracağı soruyu. İyi misin demesine izin vermeden konuştu.
"İyiyim."
Hilal uzaklaşıp arkasına yaslandı. Boynunda kurumuş gözyaşları yüzünden ürperiyordu. Leon geri çekilip kızarmış gözlerini okşadı. Ne kadar vakittir içinde tutmuştu bu gözyaşlarını? Şişen gözlerine bastırdı avuçlarını. Hilal onu izlerken rahatsız olacağını düşünüp önüne döndü. Vapur limandan bir hayli uzaklaşmış, boğazın ortalarına gelmişti. Başını çevirince denizin ortasındaki kuleyi gördü. Heyecanla kalktı oturduğu yerden. Daha rahat görebilmesi için ileriye gitmesi gerekiyordu. Leon ona ne yaptığını soracaktı ki Kız Kulesi'ne olan bakışlarını fark etti. Ayaklanıp gitmesi normaldi, herkesin güzelliği karşısında büyülendiği bir gerçekti. Hilal ilerleyip vapurun demirliklerini tuttu. Yüzünde bastıramadığı bir gülümseme vardı. Demek buydu romanlarda bahsi geçen meşhur kule! Etrafında sandallar olsa da nefes kesiciydi.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Saye
Fanfiction1923 yılında imzalanan Lozan antlaşması yüzünden Selanik'ten göç etmek zorunda kalan Hilal ve Üsteğmenliğe yeni atanan Leon'un şans eseri karşılaşması sonucunda gelişen olaylar ikisini de birbirine bağlar. Basit bir tren yolculuğu sonrasında Leon'a...