Seninle uzun zamandan sonra ilk defa öyle sohbet etmiştik. Seni bulduğumda kapağı kapalı klozete yanağını yaslamış öylece yerde oturuyordun. Gündüz olmasına rağmen banyo karanlıktı ve birkaç dakika sonra yanına koşmadan önce yaptığım ilk şey ışığı açmak oldu.
Gözlerin kapalıydı ve klozetin üstüne koyduğun dirseğinden ayrı bir uzuvmuş gibi ayrılan kolun öylesine cansız sallanıyordu ki, zaten koşmaktan kesilen nefes alışverişim o an tamamen durdu. O an hiçbir şey düşünemedim, Louis. Kapı eşiğinde öylece dikilip, senin güçsüz bedenine bakıp öldüğünü sanınca hiçbir şey düşünemedim. Kalbim kaburgalarımı delip dışarı çıkmak istercesine gümbürdüyor, kulaklarım bir anda yerin kilometrelerce altına inmişim gibi zonkluyordu.
Koştum, belki üç metreyi geçmeyecek olan mesafe bir maratonu koşmuşum gibi hissettirdi. Önce bileklerini kontol ettim; tüm canlılığını akıttığın kesik bir damar bulma ihtimali beni öylesine delirtmişti ki, yerde kan namına hiçbir şey olmaması bile beni sağlıklı olduğuna ikna etmedi. Başın diğer duvara dönüktü, yüzünü göremiyordum ve deliler gibi bileklerini kontrol ediyordum. Öylesine titriyordum ki dişlerim kar fırtınasının ortasında kalmışım gibi birbirine şiddetle çarpıyordu.
Soluksuzdum, hiçbir yerinde kesik bulamayınca pes edip dizlerimin yana kaymasıyla biçimsizce yere oturdum. Bedenin kollarım arasında o kadar küçük kalmıştı ki tüm gövdeni sardığımda dahi bir elimle kendi dirseğimi tutabiliyordum.
Ne diyeceğimi bilemedim.
Ne yapacağımı bilemedim.
Ne hissedeceğimi bilemedim.
Zamanda yolculuğunu hala keşfedememiş olan bilim insanlarına sinirliydim, eğer varsa beni hiçbir hatamı telafi edemeyecek kadar güçsüz ve aciz yaratmış tanrıya sinirliydim, her şeyi böylesine boktan hale getiren sana sinirliydim, kendime sinirliydim; şöhrete ve paraya sinirliydim, hayranlara bizi hep zirvede tuttukları için sinirliydim, neler çektiğimizi görüp buna rağmen kıllarını kıpırdatmayan, aptal olan bizleri uyarmaya ve hayatta çok daha önemli şeyler olduğunu anlatmaya zahmet etmeyen ailelerimize sinirliydim.
Çok şeye sinirliydim, Louis; ama elimden hiçbir şey gelmiyordu.
Öldüğünü sandım. Sinirle bağırmak istedim ama gözlerimden titrek yaşlar dökülürken ağzımdan dökülen tek ses acı feryadım oldu.
Dakikada yüzlerce kez yaptığımız bir eylemi duymaya, hissetmeye o kadar ihtiyacım vardı ki! Asla bir nefes sesine böylesine muhtaç hissedeceğimi bilemezdim.
''Ölmedim.'' dedin. O an sesini duymaya öylesine muhtaçtım ki, bir karıncanın ayak sesi kadar kısık çıkan yumuşak fakat ölümle yüzleşmiş olduğundan yorgun çıkan sesini hıçkırıklarımın arasından duyabildim.
Sen yaşıyordun, kanın damarlarında özgürce dolaşmaya devam ediyordu ve uzun zamandır ilk kez kollarımın arasında... yaşıyordun.
Omuzlarım yaşadığım şokun ve hissettiğim tarif edilemez korkunun şiddetiyle sarsılıyordu. Seni sardığım kollarımdan başka hiçbir uzvum hareket edecek gücü bulamıyordu. Dizlerimi kırıp seni bacağımla desteklemek istedim ama içinden kemiği çıkarılıp alınmış gibi her hareketim başarısızlıkla sonuçlanıyordu. Sen yaşıyordun ama ben son nefesini veren bir canlı gibi çırpınıyordum.
''Kustum,'' dedin benim şiddetli feryatlarımın arasından. İlk defa o kadar çok ağladım, Louis. Öyle çok ağladım ki, saatler sonrasında bile nefes almakta güçlük çekiyor, bedenimin seri iç çekişlerle sarsılmasını engelleyemiyordum.
Ben ağlamaya devam ederken muhtemelen seni duymamış olmamdan korktun. ''Kustum,'' dedin daha yüksek sesle. ''Ölmedim, Harry.''
Tanrı vardı. ''Tanrıya şükür!'' diye bağırdım, ''Şükürler olsun!''