Bölüm 3: Gidelim

718 67 4
                                    

Tak tuk sesleri ile uyandım, sabah

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

Tak tuk sesleri ile uyandım, sabah. Hayatımda içime çektiğim en temiz havayı içime çektim. Hava ne sıcaktı, ne soğuk. Mis gibi bir koku vardı semada... Yenilenmiş uyanmıştım adeta. Arabadan çıktım, geceyi hiç hatırlamıyor gibiydim. Kocaman esnedim, sağa sola gerindim, mutlu bir ifade takındım yüzüme, öyleydim. "Günaydın," dedi, Serkan, "erken uyandın." O da dışarıdaydı, çantasını arıyor olacaktı ki bagajı tarıyordu, gözleriyle. "Saat kaç ki?" Diye sordum, telefonlarımızın şarjları mevta olduğundan, çıkarıp şıp diye bakamıyorduk saatlere. Ben de pek, sol kolunda saat taşıyanlardan değildim. Ama Serkan öyleydi. Saatine bakıp, "beş buçuk," dedi. "Bu kadar erken uyanmanı beklemiyordum."

"Sese uyandım," dedim, yanına giderek, "ne arıyorsun?" Bagajdan, lacivert bir sırt çantası aldı eline. "Çantamı," dedi, "her şeyin altında kalmış." Çantasını açıp, içerisinden bir şişe su ve bir küçük çanta daha çıkardı. Ne yaptığını dikkatle izlediğimi görünce de, yüzüme hafifçe gülümseyerek uzaklaştı.

Bu içime kurt düşürmüştü, ama ne kurdu düşürebilirdi bilmiyordum. Ama benim böyle huylarım vardır, biliyorsun. En olmadık şeylerden saçma sapan kuşkular doğururum. Arabaya geri binecek oldum ama hava o kadar güzeldi ki, kıyamadım ciğerlerime. Ağaçlara doğru yürümeye karar verdim. Gece yaşadığım o huzursuzluk, o korku silinip gitmişti sanki. Derinlere inesim geldi, en derinlere. O dağı görmek istedim, kalbimin en içinden istedim bunu. Şu koca, acımasız görünen diktatörü seyre dalmak istedim. Ne araba, ne tez, ne benzin... Hiçbir şey umrumda değildi o an. Bir ağacın dibine oturup, gözlerimi kapattım. Gözlerimi kapatınca, ağaçları duydum.

Gülme sakın, ciddi söylüyorum. Adeta benimle konuştular! Küçük yaprakların, büyük sesleri neler anlattı bana neler... Şu peri, hani babaannemin anlattığı hikayedeki. Onu duydum. Çığlıklarını ve haykırışını. Kanının, nehirden akıp kayboluşunu gördüm. Her gece bindiği atı, onu yakalayan köylüyü, yedi yıl yaşadığı evi gördüm. Tüylerim ürperdi, kalbim sıkıştı, sırtımdan bir damla terin süzüldüğünü hissettim... Ateşler gördüm her yerde. Mehmet Amca'nın evinin, cayır cayır yandığını gördüm. Sonra, Tunç'u gördüm, yerde, kanlar içerisinde yatarken. Seher başında hüngür hüngür ağlıyordu. Turgut ve Filiz'i gördüm. Turgut'un elinde bir bıçak, Tunç'un başında dikiliyordu. Filiz ise onun arkasında öylece duruyordu, kıpırtısız. Uyuyor gibiydi ama ayaktaydı ve açıktı gözleri. Gözleri korkunçtu... Kocamandılar. Simsiyahtılar. O geceki korku geri gelmişti şimdi, hem de misliyle. Gözlerim, Serkan'ı ararken, nerede olduğumuzu görüyordum. Köy meydanıydı burası, cayır cayır yanan evlerin olduğu köy meydanı. Ben, olayları hazmetmeye çalışırken, bir anda, Serkan belirdi önümde. Gözlerime baktı, gözlerimin en içine baktı, yeşilimsi gözleriyle. Dudakları kıpırdamıyordu ama, sesini kulağımda duyuyordum, sessiz ol diyordu bana. Sus, sessiz ol!

Bir anda, kaldırdı başını; elleri birer mengene misali kollarımı kavrıyordu. Yavaşça, kaldırdım başımı ve onu gördüm. Sivri burnuyla bulutları bıçaklıyordu. Bulutlar, aldıkları yara ile kararıp bozardılar, sonra üzerimize kanadılar. Yağmur yağmaya ve yangını söndürmeye başlamıştı şimdi. Kafamı eğmek istedim, yapamadım. Sular, ağzıma, burnuma, kulaklarıma doldu; kör etti, sağır etti beni.

Boğuldum. Nefessiz kaldım, tonlarca suyun altında. Eğer Serkan beni uyandırmasaydı, rüyamda boğulup ölecektim, adeta. "Derda? Derda... İyi misin? Astımın mı var, nefes alamıyordun, iyi misin?"

"Yok," diye soludum, "iyiyim. İyiyim." Ayağa kalkıp, derin nefesler çektim içime. Ne ara uyumuştum, ne ara dalmıştım şu kabusa bilmiyordum. Öyle kolay da uyumazdım normalde. "Emin misin?" diye ısrar etti, "yüzün bembeyaz olmuş."

"Eminim." Dedim, köyün yoluna bakarak. "Kötü bir rüya gördüm." Başını salladı, "tamam." Yüzünde, değişik bir ifade vardı, meraklandım ama sesimi çıkarmadım. "Yürüyelim mi biraz?" Dedi, köy yolunu göstererek. "Hem uyanan birileri var mı diye bakarız." Kabul ettim, yürümeye koyulduk.

"Nasıl seninle daha önce hiç tanışmadık acaba?" Diye sordu, yürürken. Yürürken epey meşguldüm aslında, önüme çıkan çakıllar ile yaprakları vurmaya çalışıyor; bazen yaprakları eşeleyerek toprağı bulmaya çalışıyordum. Hangi ağaçlar, ilkbaharda yaprak dökerdi ki?

"Bilmem," dedim, "denk gelmemişizdir." Bana bakıp güldü; gülünce gözlerinin kenarı kırıştı ve sol yanağında küçük bir gamze oluştu. "İletişime kapalı gibisin."

Öyleydim gerçekten. "Yoo," dedim, "şu kabusun etkisinden kurtulamadım bir türlü."

"Anlatmak ister misin?" İstemezdim. Çabucak konuyu değiştirdim, havadan sudan konuştuk. Bu süre boyunca, yüzünü gözlemledim. Nedendir bilinmez, belki hasta bir ruhum olduğu içindir, bilmiyorum ama her zaman insanların yüzlerini gözlemlemeyi, bir sapık gibi dikizlemeyi sevmişimdir. Ve yine biliyorum sen bunun ayıp olduğunu düşünüyorsun, oysa benim ayıbım yok, falan filan.

Gözleri, güneşin konumuna göre renk değiştiriyordu, biliyor musun? Bana bakarken yumuşacık bir viski rengi, başını göğe kaldırdığındaysa inanılmaz bir çimen yeşili oluveriyordu gözleri. Bir de şu sol yanağındaki gamze! Tek bir gamzesi vardı; hem eksik, hem fazla... Yürüye yürüye köye vardık. Mehmet Amca'yı bulalım, şu işi bir an önce halledelim diye düşünüyorduk. Oysa o iş o kadar zordu ki, bilmiyorduk tabii.

Köy sokakları bomboştu. Mehmet Amca'nın evinin de nerede olduğunu hatırlamaya çalışıyor ama bir türlü çıkaramıyorduk. "Bizimkiler nerede acaba?" Diye sordu, Serkan, terini silip. Üç gündür tanıdığı insanların nasıl hemen bizimkiler olduğunu anlayamayarak dudaklarımı büzdüm. "Şu ağaç tanıdık sanki. Şu aradan bir dönelim..."

Döndük o aradan, bulduk evi ama evde kimseyi bulamadık. "Allah Allah..." diye mırıldandım, "nereye gittiler acaba?"

"Arabaya döndüler desem..."

"Karşılaşırdık." Onayladı beni. "Bekleyelim, gelirler elbet." Dedi, "hem ben çok acıktım. Yiyecek bir şeyler bulsak ne güzel olur!" Biz, Serkan'la evin avlusunda konuşurken, arkamızda bir kapı gıcırdadı. Dışarıya bir kadın çıktı; ellili yaşlarda, beyaz saçları çiçekli yazmasından taşan bir kadındı. Yüz ifadesi o denli gergindi ki, kırışık yüzü kendini daha büyük yaşlara beziyordu. Önce, Serkan'a baktı. Baktı ama görmedi sanki. Bomboştu bakışları, sonra bana döndü. Göz bebekleri büyüdü, yutkundu. "Pardon," diyerek öne bir adım atmamla, kadının kuyruğunu kıstırıp kaçarcasına uzaklaşması bir oldu. "Ne oluyor yahu?" Kendi kendime söylenirken ben, Serkan kolumu tutarak beni biraz geriye çekti. "Pencereler baksana, ama yavaşça." Dediğini yaptım, karşıdaki evin tahta pencerelerine baktım yavaşça. Benim bakmamla, bizi izleyen birkaç göz hemen yok oldu, perdeler sonuna dek çekildi. Döndüm, Serkan ile göz göze geldik. Bir anda, karardı ortalık. Üzerimize çöktü kara kara bulutlar, boğdu bizi. Bulutların çakışmasından küçük bebekler doğdu, üzerimize kustular. Ağıtları göğü boğdu, yeri yardı...

Gök gürüldedi. Serkan'ın kolunu tuttum yine. "Bizimkileri bulup siktirip gidelim buradan." Serkan, başını sallayarak, "bizimkiler." Dedi, "evet."

"Arabaya gidelim," dedim, "evet," dedi. Derin bir nefes aldı ve fark ettim ki, ben ondan değil, o benden destek alıyordu. "İyi misin?" diye sordum, gözleri çamurlaştı.

"Hadi gidelim." 

___

Selamlar! Nasıl gidiyor, anlayabiliyor muyuz, neler olacak dersiniz? Görüşlerinizi alayım!

Hadi Gittik!Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin