Ben ve tırmanmak... Asla aynı cümle içerisinde kullanılmayacak iki kelime, değil mi? Lakin öyle olmaktan çıkalı yaklaşık yirmi beş dakika oluyordu. Başımda inanılmaz bir ağrı vardı, ara sıra dünya da etrafımda kısa süreli dönüşler gerçekleştiriyor gibiydi. Boğazım kurumuştu, gerekmedikçe konuşmuyordum bu sebeple. Hantal vücudumun ne zaman iflas edeceğinin teorilerini kuruyordum kafamda.
Ah, bir de, içimde kocaman bir huzursuzluk havuzu oluşmuştu. İçine yavaş yavaş kaygılarımı damlatıyor, taşacağı anı bekliyordum. "Bu dağa tırmanırken," dedim, yutkunup. "Sanki birinin mezarının üzerinde yürüyormuş gibi hissediyor musun sen de?"
Tırmanış dediğim de, yokuş çıkmakla aynı şeydi hani. Ama insan yoruluyordu. Bunda çokça sabah kafama yediğim taşın da etkisi yok değildi. Tunç, durup yüzüme baktı. "Bembeyaz olmuşsun," dedi, "biraz dinlenelim ister misin?" Bulduğum kayaya çöktüm. "Bir şeyleri yanlış yapıyoruz," diye mırıldandım. Dünya yine dönmeye başlamıştı. "Hani, nerede bu adam?"
Tunç, ayakta duruyordu. Saçı, küçük kar tanelerinin bezediği bir çam ağacını andırıyordu şimdi. "Hayır," dedi. "Yanlış yapmıyoruz. Gelecek, gelmeli." Oturduğum kayada biraz yana kaydım, oturması için yer açtım ona. Geldi, oturdu. "Saçmalıyoruz." Diye söylendim, yine. "Böyle hiçbir yere varamayız... Çocukça bu. Çok çocukça. Aklı başında biri vardır muhakkak. Ne yapıyoruz biz dağ başında, Tunç!"
"Geçen sene, bir oyun çıkardık," dedi, ellerini birbirine sürterek. Ben kendi ellerimi hissetmiyordum bile! "Oyun bir uyarlamaydı, şey... Şey bir yazar vardı! P ile başlıyordu ismi. Soyadı Vork muydu, Tork muydu... Yunan bir yazar ama trajedi değil. Modern tiyatro. Hah! York idi soyadı ama adını bir türlü çıkaramıyorum... Po... neyse. Ellerini versene," Ellerimi, ben hareket etmeden ellerinin içerisine aldı. Önce bir süre sımsıkı tuttu, bir yandan da sayıyordu. O kadar sıktı ki, ellerim kopacak sandım! "Ne yapıyorsun?" Ellerimi bıraktı, bırakınca kan çekilmiş parmaklarımın en ucuna kadar kanın dolduğunu hissettim. Bu, ellerimin ısınmasına yardımcı oldu. "Daha iyi mi?"
"Evet, teşekkürler." Durdum, ellerini vermesi için ona ellerimi uzattım, nasıl yapılacağını öğrenmiştim. Böylece sırayla bunu yapmaya başladık. "Bir şey anlatıyordun," dedim, devam etti. "Bu oyunda, bir grup dağcı, tırmanmak istedikleri dağa tırmanırken, dağa en yakın kasaba halkı ayaklanıp dağcıları dağdan uzaklaştırmaya çalışıyordu."
"Neden?" diye sordum, sıra bana gelmişken. İyiden iyiye ısınmaya başlayan ellerimi, ellerinin içine aldı ve sıkmaya devam etti. "Dağ, onların tanrısıydı." Güldüm buna, ne garipti! Demek, dağ, ne kutsaldı! Yunanlı yazar da aynı hikayeyi yazıyordu, Amerikalı da, İtalyan da, Altay da, İskoç da... "Kasaba şerifi, her yıl, gübre paralarının yarısını cebe atmak için, kasaba halkını, dağdan uzak çorak toprakları kullanmaya zorluyordu. Biraz karikatürize bir herifti bu şerif. Koca göbekli, kel, pala bıyıklıydı." Ellerini, ellerime aldım. "Peki..." diye soruma başladım, "bunun dağ ile ne alakası var?" Güldü, Tunç. "Aslında başta anlam verememiştim ben de. Fakat sonra metnin sonunu okudum..."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hadi Gittik!
Romance"Ağrı Dağı'nın eteklerinde uçan güvercin olamayınca, Kaf Dağı'nın tellerine sıçan horozların hikayesi." *** Biliyor musun? Ona sarılmak dünyadaki en güzel hislerdendi. Çok garipti, olmak istemediğim, ait hissetmediğim bir kazanın içerisinde, içine k...