"Kalk bakalım, uykucu. Saat on biri geçiyor." diyor Miles.
"Ah, henüz çok erken. Bırakta biraz uyuyayım." diye homurdanıyorum. Başım yastığa gömülü olduğundan sesim boğuk çıkıyor.
"Haydi ama, Lea. Çok uyuyorsun." diye şikayet ediyor ve elini yan tarafıma bastırarak beni yüzüstü çeviriyor. Sonra da en nefret ettiğim şeyi yapıyor. Perdelerimi sonuna kadar açıyor. Kapalı gözkapaklarımın ardından bile güneş ışığı gözlerimi yakıyor.
"Kapat şunları!" diye haykırıyorum.
Kahkaha atıyor. "Kalk artık!" diyor ve odamdan çıkıyor. Sızlanarak doğruluyorum ve telefonumun ışığının yanıp söndüğünü görüyorum. Yatağımdan zorlukla kalkıyorum ve çalışma masamın üzerinde duran telefonumu elime alıyorum. Connor'ın tam beş defa aramış ve sekiz mesaj yollamış olduğunu görüyorum. Son mesajında on dakikadır kapımın önünde beklediği yazıyor. Telefonu fırlatırcasına bırakıyorum ve üzerime bir kot pantolon ve gözlerimin renginde bir kazak geçiriyorum. Ah, harika. Hemen banyoya koşuyorum ve elimi yüzümü yıkayıp kendime geliyorum. Çekmecelerin birinden siyah bir lastik toka alıyorum ve saçlarımı düzgün bir atkuyruğu yapıyorum. Odama geri dönüp, son sürat telefonumu ve cüzdanımı alıyorum, sonra da dış kapıya yöneliyorum.
"Lea, nereye gidiyorsun?" diye soruyor bir ses. Babam.
"Ben, arkadaşıma sinema sözü vermiştim, baba. Geç kaldım." diyorum aceleyle.
"Pazar günündeyiz ve saat on bir. Biraz ileri atsanız olmaz mı? Ailecek kahvaltı edebildiğimiz tek gün olduğunu biliyorsun."
"Evet, biliyorum. Ama ileri atamam. Üzgünüm, baba. Gelecek pazar yaparız, olur mu?" diye yalvarıyorum.
"Ah, çok güzel. Dün de dışarı çıkmıştın, Lea. Her haftasonu böyle mi olacak bu?"
"Hayır, baba. Dedim ya, gelecek pazar evde olacağım, söz veriyorum."
"Pekala, ailenle kahvaltı etmek yerine, arkadaşınla sinemaya gitmeyi tercih ediyorsan, senin bileceğin iş." diyor babam. "Belki de okula gitmene izin vermek bir hataydı. Bundan sonra böyle olacaksa..." diye mırıldandığını duyunca, bağırmaya başlıyorum.
"Ne yani? Sadece birkaç arkadaş edindim ve sizinle kahvaltı etmek yerine onlardan biriyle sinemaya gidiyor olduğum için, hem de bu daha ilk sefer, böyle mi oldu yani? Belki de okula gitmemeliydim, öyle mi?"
"Lea,..." diye söze başlıyor babam.
"Hayır baba. Duymak istemiyorum. Arkadaşım yeterince bekledi." diyorum ve tek kelime daha etmeden siyah botlarımın bağcıklarını bağlayıp kapıdan dışarı çıkıyorum. Kapatmak için öyle sert çekiyorum ki altımdaki zemin titriyor.
"Vay. Sinirliyiz galiba? Neler oluyor, güzel şey?"
Duyduğum sesle, bütün sinirimin uçup gittiğini hissediyorum. Adeta koşarak, Connor'ın boynuna sarılıyorum. Bir süre sonra, Connor elini çenemin altına yerleştiriyor ve yüzümü kendi yüzüne doğru kaldırıyor.
"Ne oldu? Sen iyi misin?" diye soruyor tatlı bir sesle.
"Babam. Saçma sapan bir aile kahvaltısını on altı yıllık hayatım boyunca ilk defa kaçırıyorum diye, belki de okula gitmene izin vermemeliydim dedi. Yani, bu ne saçmalık?" diye açıklıyorum.
"Ah, sorun etme, tatlım. Akşama bu konu unutulur gider. Bu arada, gayet sıradan giyinmiş olmana rağmen, çok güzel görünüyorsun." diyor ve atkuyruğumla oynuyor.
"Teşekkür ederim. Eh, neyse. Kardeşin nerede?"
"Şimdi onu almaya gidiyoruz işte." diyor ve elimi tutmak için atılıyor. Reddetmiyorum.
Connor, bir eliyle benim elimi, diğer eliyle de Miranda'nın elini tutuyor. Caddenin sonundaki sinema salonuna doğru ilerliyoruz. Sonunda, kız kardeşi Miranda, onun elini bırakıyor ve boş olan tarafıma geçip, benimkini tutuyor.
"Çok güzelsin." diyor bana, mavi gözleri ışıldayarak.
"Ah, sen benden daha güzelsin Miranda." diyorum gülümseyerek.
Kıkırdıyor. "Keşke sen benim ablam olsaydın, Connor çok sıkıcı."
"Ne? Seni sinemaya götürüyorum!" diye isyan ediyor Connor.
Kendime engel olamıyorum. Kahkaha atıyorum. Bir şey söylemek için ağzımı açıyorum, fakat Miranda benden önce davranıyor.
"Hey, işte sinema salonu!" diyor coşkuyla zıplayarak. "Haydi, girelim." diyor ve girişe doğru ilerliyor. Connor'la bakışıyoruz, akabinde Miranda'nın peşinden gidiyoruz.
"Film çok güzel değil miydi?" diye şakıyor Miranda. Bir buçuk saatlik bir animasyonun ardından, karnım adeta yemek için yalvarıyor.
"Evet, ne demezsin." diyor Connor ve filmin bitiş jeneriğinden beri beklediğim soruyu soruyor. "Yemek yemeye gidelim mi? Açım, hemde deli gibi."
"Ah, evet lütfen." diyorum ve Miranda'nın elini tutup, Connor'ın bizi yönlendirmesini bekliyorum. Caddede biraz ilerliyoruz ve içinden muhteşem kokular gelen bir fast food restorantına giriyoruz. İçerisi, gayet ferah, klimalı, geniş koltuklu masaları olan bir yer. Bir klimanın altındaki masaya yerleşiyoruz ve menülere göz atıp sipariş veriyoruz.
"Siparişiniz hazır olduğunda haber vereceğiz." diyor garson ve masadan uzaklaşıyor.
"Miranda, yemekten sonra eve gidiyorsun." diyor Connor otorite dolu bir tonda. Gözleri bana kayıyor. "Sen ne yapmak istersin? İstersen evine kadar seninle gelebilirim. Yine." diyor yüzünde bir gülücükle.
"Hayır. Şu anda eve gitmek istemiyorum." diyorum.
"Yürüyüş yapmaya ne dersin? Biraz ilerideki alışveriş merkezinin arkasında muhteşem bir park var." diye öneriyor Connor.
"Harika olur." diyorum ve siparişlerimizin hazır olduğunu bildiren kadının sesi gelene kadar, sessizlik içinde bekliyoruz.
"Evet, bir centilmen olarak, siparişlerimizi alman gerekmiyor mu, beyefendi?" diye soruyorum. Dudaklarını büzüyor ve başını yukarı aşağı sallayarak tezgaha doğru yürüyor. Elinde yemeklerle dönmesi, bir dakika sürüyor.
"Şansımıza yağmur yağmuyor." diyorum neşeyle. Alışveriş merkezinin arka tarafındaki, "muhteşem" parkta ilerliyoruz. Aslında bu sıfatı kesinlikle hak ediyor. Her taraf yemyeşil. Her iki metrede bir, üzeri meyve dolu, yüksek ağaçlar var. Her bir ağacın göglesine, banklar dizilmiş. Bu banklarla ve ağaçlarla dolu yürüyüş yolunun sonunda ise, koskocaman, daire biçiminde bir alan bulunuyor. Alanın tam ortasında, beş metre uzunluğunda bir şelale, hoş bir görüntü yaratıyor.
"Şans mı? Yağmurda yürümek harika. Bir gün benimle gelmelisin. Her yağmur yağdığında, çıkıp yürürüm." diyor Connor.
"Sahi mi? Pekala. Bir gün seninle geleceğim." diye söz veriyorum. Kocaman alandan tam dört kere geçtiğimiz düşünülürse, iki saattir yürüyor olmalıydık. Saatime bakıyorum. Altıyı beş geçiyor.
Connor, "Ee..." diye söze başlıyor fakat cırlarcasına çalan telefonum, bitirmesine engel oluyor. Ekrana baktığımda kimin aradığını görüyorum ve yüzümü buruşturuyorum. Miles.
"Alo?"
"Lea?" Donup kalıyorum. Miles, bir kere bile ağladığını görmediğim, hatta duymadığım Miles, boğulurcasına ağlıyor.
"Miles? Sen iyi misin? Neler oluyor?" diye bağırıyorum.
"Lea, eve gel. He-hemen." diye kekeliyor.
"Miles! Neler oluyor?"
"Annemle babam, Lea..."
"Ne? Ne oldu onlara?"
"Onlar...gittiler."
"Bu da ne demek? Nereye gittiler? Miles?" Sesimin çok daha yükseldiğini farkediyorum.
"Gittiler işte, Lea. Sonsuza dek. Artık, artık yoklar."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şampiyon
Jugendliteratur"Babam, ağabeyime sarılıyor. Elleriyle onun sırtına vuruyor ve birbirlerinden uzaklaştıklarında, gözlerinin gururla parladığını görüyorum. 'Miles, oğlum. Git o okula ve herkese kim olduğunu göster. Şampiyonum benim.' diye haykırıyor. Ağabeyim başını...