Kamuflajlarımın üzerine geçirdiğim kurşun geçirmez yelek beni adeta boğuyor. Soyunma odası o kadar sıcakki bayılacak gibi hissediyorum. Bütün bedenim alev alev yanıyor. Bunun biraz da gerginlikten kaynaklandığını biliyorum fakat kabul etmek istemiyorum. Gergin olmamalıyım. Oturaklardan birine çöküyorum ve bir ay içinde kaybettiğim şeyleri düşünüyorum. Annemi, babamı, ağabeyimi düşünüyorum. Birdenbire içim öfkeyle dolup taşıyor. Bu öfke o kadar kuvvetliki içimdeki alevlerin bedenimi eritip dışarı fışkıracağını hissediyorum. Oturaktan kalkıyorum ve duvara sert bir tekme geçiriyorum. Vücudum titriyor, gözlerim doluyor. Parmaklarımı saçlarıma götürüp siyah telleri çekiştirmeye başlıyorum. Çığlık atıyorum fakat çığlığım dışarıdan duyulmuyor. Hayır. Çığlık çığlığa bağıran şey ben değilim; ruhum çığlık atıyor. Zaten sahip olduğun her şeyi kaybettin. Hala neden yaşıyorsun ki? Amacın ne? Bırak, özgür kalayım artık diyor bana. Duvara yaslanıyorum ve ellerimi saçlarımdan çekiyorum. Parmaklarıma dolanmış olan onlarca siyah telden ellerimi silkerek kurtuluyorum. Hışımla gözyaşlarımı siliyorum ve ruhuma karşı çıkıyorum. Saçmalamayı kes. Sahip olduğum her şeyi kaybetmedim ben. Chris'e sahibim. Onu asla kaybetmeyeceğim. Ruhum kahkaha atıyor. Onu asla kaybetmeyeceğini nereden biliyorsun? Bunu bilemezsin. Çığlık atıyorum, bu sefer ben. "Kes şunu. Her şeyi mahvediyorsun. Kes sesini." diye bağırıyorum ruhuma. Susuyor. Ayaklarımı sürüye sürüye oturağa geri dönüyorum. Ellerimi başımın arasına alıyorum ve tekrar ağlamaya başlıyorum. Aman tanrım. Deliriyorum, kafayı sıyırıyorum. Hangi normal insan ruhuna bağırıp çağırır ki? O sırada kapı tıklatılıyor. Bu sesi zar zor duyuyorum çünkü kulaklarım, ruhumun, onu asla kaybetmeyeceğini nereden biliyorsun? sorusuyla çınlıyor. Zorlukla başımı kaldırıp gözyaşlarımı siliyorum. Kapı hafifçe aralanıyor ve Chris başını uzatıyor. İçeri girmek için izin istemesini bekliyorum fakat o, şişmiş ve kızarmış gözlerimi görünce kaşlarını çatıyor ve yanıma koşuyor. Önümde dizlerinin üzerine çöküyor. Soğuk ellerimi sıcak ellerinin arasına alarak beklediğim soruyu soruyor. "Ne oldu sana?" Sesi o kadar yumuşak ve sevgi dolu çıkıyorki cevap vermek yerine ağlamaya başlıyorum, yine. Doğrulup yanıma oturuyor ve başımı göğsüne çekiyor. Tek eliyle darmadağın saçlarımı okşuyor. Başımı kaldırıp ona bakıyorum. Gözyaşlarımın arasından yüzü bulanık görünüyor; bulanık ve güzel. Bir şey söylemek için ağzımı açtığımda gözyaşlarımın tuzlu tadını alıyorum. Tek söyleyebildiğim, "Beni bırakmayacağına söz ver." oluyor. Ailemi kaybettiğimde parçalara bölünen kalbimin, onu da kaybedersem yanıp kül olacağını, zar zor alabildiğim nefeslerin sonunun geleceğini biliyorum. Söz vermesinin bir şey değiştirmeyeceğini, yinede onu kaybedebileceğimi biliyorum. Buna rağmen, söz verdiğini duymaya ihtiyacımın olduğunu, eğer söz verirse ona güveneciğimi ve inanacağımıda biliyorum. Bu yüzden, "Söz veriyorum." diyor. Gülümsemeye çalışıyorum ve ellerimin tersiyle gözlerimi siliyorum. Ayaklanıp bileğimdeki tokayla saçlarımı topluyorum ve elimi ona uzatıyorum.
"Haydi gidelim."
Uzattığım eli tutuyor ve sıkıyor. Yanağıma minik bir öpücük kondurduktan sonra oradan çıkıyoruz.
"Silahları dağıtmaya başlayın."
"Hemen, Komutanım."
Silahlar dağıtılmaya başlandığında bir köşeye çekiliyorum ve kendim için getirdiğim silahları kuşanmaya başlıyorum. Babamın hediye ettiği yayı, okların arasına tıkıp başımdan geçiriyorum. Tabancamı alıp kemerimdeki kılıfa tıkıyorum ve fermuarlı minik yere ekstradan birkaç şarjör atıyorum. Son olarak iki tane bıçak kapıyorum ve yine kemerimdeki kınlarına sokuyorum. Tamamen hazır olduğumda diğerlerinin yanına dönüyorum. Askerlerin yarısından fazlası bir omuzlarına tüfeklerini asmış, kemerlerindeki kılıflara da tabancalarını koymuş bekliyor. Birkaç asker omuzlarına kocaman çantalar takmış. Bunların, işbirliğini kabul ederlerse halka dağıtacağımız silahlar olduğunu tahmin ediyorum. Bu teklifi reddetmeleri halinde ne yapacağımızı hiç düşünmedim çünkü kabul edeceklerinden adım gibi eminim. Planı tekrar gözden geçiriyorum. Eğer başarılı olursak, kraliyet ailesini yok edebilirsek, kazanacağız. Yani, kraliyet ailesini ve onların tarafında olan herkesi. Böylece bize düşman olan kimse kalmayacak ve hayatlarımıza normal bir şekilde devam edebileceğiz. Eğer başarısız olursak, ki bu yaklaşık olarak yüzde on ihtimal çünkü başarısız olmamız için hepimizin ölmesi gerekiyor, ülkemizde terör estirecek ve orayı kendi topraklarına katacaklar. Askerlere bağırıyorum.
"Tek amacınız, kazanmak olacak."
Hepsi bir ağızdan, "Evet, Komutanım." diye haykırıyor. Tatmin bir şekilde gülümsüyorum ve dışarıya açılan kapıya çıkan merdivenleri tırmanmaya başlıyorum.
"Beş dakika içinde herkes dışarıda olsun." diyorum ve kalan yolu hızla katederek kapıdan dışarı çıkıyor. Alacakaranlığın serin havasında esen rüzgar saçlarımı geriye doğru savuruyor. Kollarımı göğsümde birleştiriyorum ve beklemeye başlıyorum. Bir ileri bir geri yürürken tek duyabildiğim, rüzgarın uğultusu ve botlarımın beton zeminde çıkardığı ses. Bir süreliğine durup yanlızca rüzgarın sesini dinliyorum. Bir dakika kadar sonra askerler itişe kakışa kapıdan çıkmaya başlıyor. Önümde tek sıra halini alıyorlar ve tek ellerini alınlarına götürüyorlar. Ben de aynı şeyi yapıyorum ve başımla tankları işaret ediyorum. "Umarım bu şeyler bizi ispiyonlamaz." Askerlerden biri öne çıkıyor ve "Merak etmeyin, Komutanım. Gürültü yapmayacaklardır." diyor. Başımı sallıyorum ve bir şey söylemek üzere ağzımı açıyorum fakat başka bir asker öne çıkıyor. O kişinin Chris olduğunu farkedince konuşmasına izin veriyorum.
"Komutanım, halka dağıtmak için seçtiğimiz silahlar bizimkilerle aynı. Umarız bu sizin için bir sorun değildir. Bir de, yanımıza birkaç bomba ve susturucu aldık. Her ihtimale karşı." Ellerimi belime koyuyorum ve başımı sallıyorum. "Güzel, asker. Hiçbir sorun yok. Artık gidebiliriz." Onunla böyle konuşunca tuhaf hissediyorum. Eh, her neyse. Askerler gruplar halinde tanklara yöneliyor. Tankların tamamı dolunca, kalanlar öndeki otobüslere yöneliyor. Chris yanıma geliyor ve elimi tutuyor.
"Pekala, Komutanım. Oraya gidince ne yapacağız? Bir siren çalıp halkı mı uyandıracağız?" diye dalga geçiyor. Omzuna bir yumruk indiriyorum ve kıkırdayarak, "Hayır, sersem asker. Tek tek kapılarını çalıp uyandıracağız." diyorum. Otobüse beş metre kala onu durduyorum. Dudaklarımı dudaklarına bastırıyorum. Bu kısa ve minik bir öpücük oluyor. Konuşabileceğim kadar geri çekiliyorum ve "Eğer ölürsen seni öldürürüm." diye fısıldıyorum. Cevap olarak gülümsemekle yetiniyor. Elindeki elimi koluna kaydırıyorum ve onu otobüse doğru çekiştiriyorum. Onun ardından basamakları tırmanıyorum ve yanındaki boş koltuğa oturuyorum. Sürücü koltuğundaki asker aynadan otobüsü kontrol ediyor ve boş yer kalmadığını görünce otomatik kapıyı kapatıyor ve gaza basıyor. O anda planımda bir eksiklik olduğunu farkediyorum. Chris'e dönerek "Sarayda güvenlik kameraları var mı?" diye soruyorum. Kaşlarını çatıyor.
"Elbette var."
"Peki, kayıtların nereden izlendiğini biliyor musun? Yani kameraların kontrol edildiği yeri?"
"Biliyorum. Bir keresinde saraya davet edilmiştim."
"Ne? Ciddi misin?" Buna şaşırıyorum.
"Eh, babam ordu komutanı. Onun sayesinde olmuştu."
Buna daha da çok şaşırıyorum. "Ne? Baban ordu komutanı mı? Chris, bu, onu da-"
Sözümü kesiyor. "Biliyorum, Lea. Onu öldüreceğim. Bunu bizzat kendim yapacağım. Ondan nefret ediyorum. Bana yaptıklarının bedelini ödeyecek."
"Sen öyle diyorsan öyle olsun. Eh, şey, şu kontrol odasına girip kameraları devre dışı bırakabilir misin bari?"
Bana ayıpsın der gibi bir bakış atıyor. "Bunu yapabilirim. O halde önce bu sorunu halledelim. Sonra saraya dalarsınız."
"Tamamdır."
"Lea?"
"Evet?"
"Ben de senin yanında olmak istiyorum. Anlarsın ya, seninle birlikte."
Bunu düşünüyorum. En başından beri bunu yalnız yapmayı planlamıştım. İtiraz etmek üzere ağzımı açıyorum fakat vazgeçiyorum. Ya birbirimizden ayrıyken Chris'in başına bir şey gelirse? Ya onu kaybedersem? Yanımda olursa onu koruyabilirim. Bunu yapabilirim. Ona bir zarar gelmesine izin vermem. Evet. O da aynı şeyleri düşünerek bunu sormuş olmalı.
"Pekala. Benimle birlikte gelebilirsin."
Gülümsüyor. "Harika. Böylece birbirimizin gözü önünde oluruz."
Gülümsemesine karşılık veriyorum. "Ben de öyle düşünmüştüm."
Yolun geri kalanı boyunca konuşmuyoruz. O başını yandaki pencereye çevirmiş, geride bırakmakta olduklarımızı izliyor. Bense gözlerimi ön cama dikmiş, ileridekileri izliyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şampiyon
Novela Juvenil"Babam, ağabeyime sarılıyor. Elleriyle onun sırtına vuruyor ve birbirlerinden uzaklaştıklarında, gözlerinin gururla parladığını görüyorum. 'Miles, oğlum. Git o okula ve herkese kim olduğunu göster. Şampiyonum benim.' diye haykırıyor. Ağabeyim başını...