Bir hücrede uyanıyorum. Başım ve bütün vücudum sızlıyor. Dayanmış olduğum duvardan destek alarak ayağa kalkıyorum. Başıma korkunç bir ağrı giriyor ve ellerimi kafama koyuyorum. Gözlerimi kapıyorum ve dişlerimi sıkıyorum. Tekrar duvara yaslanıyorum. Beynimde sanki yüzlerce bomba patlıyor. Kafama sert bir cisimle vurup bayıltmış olmalılar çünkü çuvaldayken son derece ayıktım. Belki de havasızlıktan bayılmıştım. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Hücre, çuvaldan farksız. Havasız, pis kokuyor ve karanlık. Kendimi zorluyorum fakat daha fazla ayakta duramıyorum. Tekrar yere çöküyorum ve duvara yaslanıyorum. Etrafı inceliyorum. Hücrenin bir odanın içinde ve benim burada yalnız olduğumu görüyorum. Daha fazla inceleme fırsatı bulamadan, kapı açılıyor ve içeri birisi giriyor. Gözlerimi kısıyorum ve gelenin kim -daha doğrusu nasıl birisi- olduğuna bakıyorum. Neredeyse bembeyaz saçları, karanlıkta parıldıyor. Gözleri o kadar siyahki, gözbebekleri görünmüyor bile. Bir saniye sonra bu adamı -ya da çocuğu- tanıdığımı farkediyorum. Evet. Kesinlikle tanıyorum. Kapının yanındaki bir şeye uzanıyor ve oda birdenbire aydınlanıyor. Çocuğun kim olduğunu gördüğüm anda, baş ağrımı umursamadan ayaklanıyorum ve demir parmaklıklara yapışıyorum. Ellerimi vahşice dışarıya uzatıyorum. Onu yakalamak, sonra da yumruklamak, tekmelemek hatta boğmak için adeta çıldırıyorum.
"Sakinleş, güzelim." diyor karanlık sesiyle. "Bana dokunamıyorsun bile. Ah, kendini şöyle görebilmeni çok isterdim."
"Kes sesini. Seni pislik, hangi cehenneme getirdiniz beni?" diye bağırıyorum.
"Sana sakinleşmeni söyledim, değil mi?"
"Ne söylediğin umrumda değil. Şu an tek umrumda olan şey seni boğmak istediğim."
"Aa, ama ben sana zarar vermek istemiyorum ki." diyor küstahça.
"Kapa çeneni. O zaman beni niye buraya getirdiniz? Neredeyim ben?" Bağırmaya devam ediyorum.
"Bir bakalım. Şu anda, Güney Amerika Krallığı'nın tamı tamına on kat altında, genellikle cinayet ve onun gibi şeylerle suçlanan insanların getirildiği hapisanedesin."
Ona tiksinti dolu bir ifadeyle bakıyorum. "Burada cinayet işleyenleri ödüllendiriyorsunuz sanıyordum. Nede olsa öldürmek kanınızda var."
"Ayıp ediyorsun ama, Lea. Biz, gerekmedikçe insan öldürmeyiz."
"Ne? Sen az önce ne dedin?"
"Gerekmedikçe insan öldürmeyiz dedim."
"Gerçekten mi? Peki annem ve babamı neden öldürdünüz? Söylesene, neden yaptınız bunu?"
"Bunu yapmamız gerekiyordu. Aksi takdirde savaş teklifimizi kabul etmeyecektiniz. Kabul etmeniz için bir sebep gerekiyordu ve bizde size bir sebep verdik. Ah, dur. Aslında iki sebep. Bir de şu okulunuzun yok olması var."
"Sen ne dediğini sanıyorsun? Annemle babamın canını, gerizekalı bir savaş teklifini kabul edelim diye mi aldınız?"
"Evet. Bu doğru. Neyseki çabuk anlıyorsun."
"Siz insan değilsiniz. Olamazsınız."
"Sözlerine dikkat et, hanımefendi. Burada, benim bölgemde, benim evimdesin. Başını vücudundan ayırmaktan kimse çekinmeyecektir."
"Umrumda değil, anlıyor musun? Hepinizden nefret ediyorum. Hepinizi öldüreceğim." diye kükrüyorum.
"Eh, iyi şanslar tatlım. Şimdi gitmeliyim. Yine görüşeceğiz."
"Buradan kurtulduğumda, inan bana Chris, alacağım ilk can, seninki olacak."
Pis pis sırıtıyor ve odadan çıkıyor. Yanındaki birine bir şeyler fısıldıyor ve sonra gözden kayboluyor. Tekrar yere oturuyorum ve başımı parmaklıklara yaslıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Nasıl bu kadar aptal olabildim? Nasıl olduda bu kadar kolay kaçırılabildim? Tam bir salağım. Aptallığıma üzülürken kapıdan biri giriyor. Başımı kaldırıp baktığımda, bir askerin elinde bir şişe suyla tepemde dikildiğini görüyorum. Şişeyi hiçbir şey söylemeden içeri fırlatıyor ve dışarı yöneliyor. Kapıyı arkasından kapatıyor. Su şişesine bakıyorum. Her ne kadar bu insan olmayan yaratıklardan bir şey istemesemde, suya ihtiyacım olduğunu biliyorum. İçmek zorundayım. Kahretsin. Şişeye uzanıyorum ve elime alıyorum. Kapağını açıyorum. Dudaklarıma götürmeden önce kokluyorum. Su gibi kokuyor. Emin olamıyorum ama dudaklarım ve dilim, bana bunu içmem için yalvarıyor. Şişeyi, çaresizce dudaklarıma götürüyorum ve içiyorum. Nefes almak için duraksamadan, son yudumuna kadar içiyorum. Yavaş yavaş kaslarım gevşiyor, beynim açılıyor. Bütün vücuduma enerji yayılıyor. Kalbim, kanı damarlarıma iki kat daha hızlı pompalıyor. Boş şişeyi bir kenara atıyorum ve hızla ayaklanıyorum. Buradan çıkmalıyım. Burada kalamam. Kafamda bir plan oluşturmaya başlıyorum. Odaya göz gezdiriyorum. Haydi, işe yarayacak bir şey... Hiçbir şey bulamıyorum. Beni bu hücreden kurtarabilecek hiçbir şey. Sonra, aklıma bir fikir geliyor. Odaya giren askeri hatırlamaya çalışıyorum. Siyah bir pantolon giymişti. Yine aynı renkte bir kemeri ve pantolonun içine sıkıştırmış olduğu bir gömleği vardı. Boynuna siyah bir pelerin bağlamıştı. Ayaklarında, bilek kısmında gümüş kemerler bulunan siyah, deri botlar vardı. Bunlardan hiçbiri işime yaramaz ki. Ve o anda, ufacık bir detay -aslında en çok fakedilmesi gereken bir detay- aklıma geliyor ve dudaklarım istemeden yukarı kıvrılıyor. Kemerine, tıpkı üniforması gibi simsiyah, odanın ışığında gümüşi bir şekilde parıldayan bir şey geçirmişti: Bir tabanca.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şampiyon
Teen Fiction"Babam, ağabeyime sarılıyor. Elleriyle onun sırtına vuruyor ve birbirlerinden uzaklaştıklarında, gözlerinin gururla parladığını görüyorum. 'Miles, oğlum. Git o okula ve herkese kim olduğunu göster. Şampiyonum benim.' diye haykırıyor. Ağabeyim başını...