"Bu taraftan!"
Gözlerimi açıyorum. Verilen bu emrin ardından, onlarca ayak sesi duyuyorum ve bunların bizi arayan askerler olduğunu farkediyorum. Hemen doğruluyorum ve yorganı üzerimden atıyorum. Yataktan kalkıyorum ve duvardaki kocaman saate bakıyorum. Sabahın üçünü gösteriyor. Odadan çıkıyorum ve salondaki koltukta kıvrılmış uyuyan Chris'i görüyorum. Yanına gidiyorum ve kolundan tutup yavaşça sarsıyorum. Uyanmayınca, kulağına eğiliyorum ve adını fısıldıyorum. Anında gözlerini açıyor ve koltukta doğruluyor.
"Ne oldu? Sen iyi misin?" diye soruyor telaşla. Elini sıkıyorum ve başımı yukarı aşağı sallıyorum.
"Ben iyiyim. Sadece, korkuyorum." diyorum.
"Korkuyor musun? Neden? Kabus mu gördün?"
"Hayır. Askerler hala bizi arıyorlar. Seslerini duydum. Çok yakından geliyordu. Korktum işte. Bizi bulurlarsa ne yaparlar?"
Elini saçlarıma koyuyor ve başımı göğsüne yaslıyor. "Korkma. Bizi bulamazlar. Endişelenmene hiç gerek yok." diyor yatıştırıcı bir ses tonuyla.
Yinede tereddüt ediyorum. "En azından aynı odada uyuyamaz mıyız? Böyle kendimi senden çok uzak hissediyorum. Yani, aslında onlardan korkmazdım. Ama bir tane bile silahım yok ve kim bilir kaç kişiler."
Duraksıyor. Bir saniye sonra koltuktan kalkıyor ve bana tepeden bakıyor. "Pekala Aynı odada uyuyabiliriz. Eğer bu korkmamanı sağlayacaksa..." diyor ve koltuktaki yastığı ve yorganı alıyor. O odaya doğru giderken onu takip ediyorum. Odaya girip kapıyı kapatıyorum ve tekrar yorganın altına giriyorum. O da yastığı ve yorganı yere atıyor ve yorganın altına giriyor. Ona doğru dönüyorum. Gözlerim yavaş yavaş kapanıyor ve bir dakika sonra uykuya dalıyorum.
Uyandığımda, içgüdüsel olarak duvardaki saate bakıyorum. Sabahın dokuzu. Akabinde, belime dolanmış olan kolları farkediyorum ve başımı çevirdiğimde, Chris'in arkamda, bana sarılmış bir halde uyuduğunu görüyorum. O da yorganı aynı benim yaptığım gibi, çenesine kadar çekmiş. Uyurken o kadar güzel görünüyorki, uyandırmak içimden gelmiyor. Fakat bir an önce gitmemiz gerektiğini hatırlıyorum ve isteksizce onu dürtüyorum. Dirseğimle. Birkaç dürtmeden sonra uyanıyor ve ilk yaptığı şey, kollarını belimden çekmek oluyor.
"Ah, üzgünüm. Uykuya daldıktan bir süre sonra bağırmaya başladın. Bende kabus gördüğünü düşündüm ve seni sakinleştirmek için yanına uzandım. Uyuyakalmışım." diyor yanakları kızararak.
"Öyle mi? Şey, sorun değil." diyorum ve yorganı üzerimden atıyorum. Üzerimde hala kaçırıldığım günkü kıyafetlerin olduğunu farkettiğimde yüzümü buruşturuyorum. Chris, yataktan kalkıyor ve kollarını yukarı kaldırarak geriliyor. Bunu yaptığı sırada, tişörtü yukarı kalkıyor ve kendime engek olamayıp, bakıyorum. Hemen sonra, o da bana bakıyor ve kızararak bakışlarımı başka yöne çeviriyorum.
"İstersen sana temiz kıyafetler verebilirim. Benimkiler sana olur mu bilmiyorum ama idare edebilirsin." diyor ve gardıroba doğru yürüyor. Kocaman kapaklardan birini açıyor ve içinden siyah bir kazak ve kapüşonlu bir ceket çıkarıyor.
"Ah, bu bana yeter. Zaten pantolonlarından birinin bana olacağını sanmıyorum." diyorum kıkırdayarak.
"Eh, öyle diyorsan öyledir. Giy bunları, sonra da gidelim." diyor ve odadan çıkıyor. Kapıyı arkasından kapatıyor ve ben, başımı onun yattığı yastıklara gömüyorum. Kesinlikle harika kokuyor. Onun muhteşem, erkeksi kokusu beni baştan çıkarırken, gözüm kenardaki siyah koltuğun üzerine düzgünce konmuş kazağa takılıyor. Homurdanarak başımı kaldırıyorum ve ayaklarımı yataktan aşağı sarkıtıyorum. Ayağa kalkıyorum ve koltuğa doğru ilerliyorum. Üzerimdeki tişörtü başımdan geçirerek çıkarıyorum ve koltuğun üzerine fırlatıyorum. Hızlıca kazağı giyiyorum ve ceketi de üzerime geçiriyorum. Kapının hemen yanındaki boy aynasından kendime bakıyorum ve siyah saçlarımın karman çorman olduğunu görüyorum. Oflayıp puflayarak banyoya gitmeye karar veriyorum fakat o anda, gözüme bir kemer takılıyor. Siyah, gümüş tokalı, deriden bir kemer. Birkaç bıçak veya bir tabanca sıkıştırmak için ideal olduğuna karar veriyorum ve kemeri alıp, siyah pantolonumun beline geçiriyorum. Odadan çıkıp kapıyı kapatıyorum ve banyoya yöneliyorum. Aynanın çevresindeki dolapları karıştırıp bir tarak buluyorum. Saçlarımı düzgünce tarıyorum ve tarağı yerine koyuyorum. Sol omzumdan dökülen saçlarımı sağ tarafa alıyorum ve örmeye başlıyorum. Örgüm tamamlandığında, ucunu bileğimdeki tokayla topluyorum ve aynada kendime bakıyorum. Derli toplu göründüğüme karar veriyorum ve banyodan çıkıyorum. Takır tukur seslerden Chris'in mutfakta olduğunu anlıyorum ve oraya yöneliyorum. Mutfağa adım attığımda, Chris yüzünde bir gülümsemeyle bana dönüyor.
"Böyle zamanlarda bile güzel görünebiliyorsun." diyor ve elindeki bıçakları bana uzatıyor. "Bunlara ihtiyacın olabilir. Ne olur ne olmaz." Sonra gözleri belimdeki kemere kayıyor ve tek kaşını kaldırıyor. "En sevdiğim kemeri takmışsın. Ve sana yakışmış." diyor sırıtarak.
"Teşekkür ederim." diyorum ve bıçakları alıp kemerime sıkıştırıyorum.
"Kaç gündür su içmiyorsun?" diye soruyor bir bardağa su doldururken.
"Bir düşüneyim. İki gündür sanırım. Bu arada, zaman kavramı denen bir şey kalmadı bende. Hangi gündeyiz?" diyorum.
"Pazar günündeyiz. Yani en azından ben öyle sanıyorum." diye cevap veriyor ve su dolu bardağı bana uzatıyor. Nefes almak için ara vermeden, son yuduma kadar içiyorum ve bitirdiğimde, derin bir nefes alıyorum.
"Artık gidelim mi?" diye soruyor Chris.
"Benim için hava hoş. Gidebiliriz." diye yanıtlıyorum. Gitmek için davranıyorum fakat yüzündeki endişeli ifadeyi görünce duraksıyorum. Ona doğru dönüyorum ve yanına yaklaşıyorum.
"Eğer hala sana bir şey yapacakları konusunda endişeleniyorsan boşuna zaman harcıyorsun. Böyle bir şey olmayacak." diyorum sakince. Yüzündeki ifadenin kaybolmasını bekliyorum ama hala orada duruyor. Yüzünü ellerimin arasına alıyorum.
"Şu anda tam bir bebek gibi davranıyorsun. Kes şunu. Sana bir şey olmasına izin vermeyeceğim." diyorum gülümseyerek.
"Bundan emin değilim. Gerçekten, seni dinleyecekler mi?" diye soruyor tereddütle.
"Elbette dinleyecekler. Sen merak etme." Yine bekliyorum, bekliyorum, bekliyorum. Söyleyeceğim hiçbir şeyin işe yaramayacağını anlıyorum. Gözlerinin içine bakıyorum ve aynı endişeyi gözlerinde de görüyorum.
"Gözlerini kapat." diye fısıldıyorum ona.
"Ne?"
"Dediğimi yap."
İtaat ediyor. O gözlerini kapattığında, parmak ucuna kalkıyorum ve onu kendime doğru çekiyorum. Bir saniye sonra, dudaklarımız birbirine değiyor.
"Gözlerini açma." diyorum sessizce.
"Tamam." diyor.
Ve öpüşmeye başlıyoruz. Tahmin ettiğimden daha sert bir şekilde öpüyor. Benimde aynı sertlikle karşılık verdiğimi anlamam on saniyemi alıyor. Öpüşmeye devam ederken, bacaklarımdan tutuyor ve beni kucağına alıyor. Bacaklarımı beline, kollarımı boynuna doluyorum. Beni duvara yaslıyor. Bir süre daha öpüşüyoruz ve sonra geri çekiliyor.
"Gözlerimi açabilir miyim?" diye soruyor zar zor duyabildiğim bir tonda.
"Açabilirsin." diyorum. O da açıyor. Ve ilk defa o kapkaranlık gözlerinde, bir ışık görüyorum. Gülümsüyor. Aynı anda gözlerinin içi de gülüyor ve gördüğüm o ışık, daha da büyüyor.
"Bu...ben...daha önce kimse...yani..."
Parmağımı dudaklarına götürüyorum ve başımı omzuna yaslıyorum. "Bir şey söylemek zorunda değilsin." diyorum usulca. Parmaklarını saçlarıma daldırıyor, ben de ona aynısını yapıyorum.
"Bu, şu ana kadar yaşadığım en güzel şeydi." diyor. Bu kelimeler, bana diğer her şeyi unutturuyor. Bir an, sadece o ve ben varmışız gibi hissediyorum. Sadece o ve ben.
"Benimde öyle." diyorum ve onu tekrar öpüyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şampiyon
Fiksi Remaja"Babam, ağabeyime sarılıyor. Elleriyle onun sırtına vuruyor ve birbirlerinden uzaklaştıklarında, gözlerinin gururla parladığını görüyorum. 'Miles, oğlum. Git o okula ve herkese kim olduğunu göster. Şampiyonum benim.' diye haykırıyor. Ağabeyim başını...