GELECEK
Yere doğru hafifçe eğmişti. Kafasını kaplayan siyah pelerinin şapkasından dolayı suratını göremediğim adam, elindeki gümüş kılıçla birlikte adeta Azrail'i andırıyordu. Büyük kalabalığın duvarlarda yankılanan tuhaf fısıldaşma sesleri ve üzerlerindeki siyahlıklarıyla ölümün tablosunu sunuyordu adeta bu lanet olası loş sokak. Ölüm için olan fısıldaşmalar uğultu gibi kulaklarımda yankılanırken ne dediklerini bir türlü anlayamıyor, anlamlandıramıyordum.
Pelerinli adam uzun gövdesiyle birlikte herkese meydan okurcasına dimdik dururken eliyle yanındaki bedenin omzundan tutarak sert hareketle dizlerinin üstünde yere çökmesini sağladığında bir yumru boğazımda düğümlenerek yutkunmamı engelliyor... Bedenin sahibi her ne kadar belli etmese de, dizlerinin düzgün olmayan asfalta çarpmasından dolayı canının acıdığını her şekilde hissedebiliyordum; ama o, acısının aksine benim ve kendisi için güçlü durmaya ant içmiş gibiydi. İşte o anda, bir saniye bile olsun gözlerimden ayırmadığı gözlerini bir şefkat bürüyerek en sevdiğim bakışlarıyla veda edercesine bakıyor...
Koşup kurtarmak istiyorum onu ama bedenim bana inat hiçbir şekilde hareket etmeyerek tüm kalabalığın en ön kısmında öylece duruyordu. Ağlamak, bağırmak, çığlık atmak istiyorum ama içimde yanan kor ateşin aksine yüzüm ölüm soğukluğunda... Kalbim sıkışıyor, karnımla ciğerlerimin arasında oluşan tuhaf boşluk giderek büyüyor ve oradan tüm bedenime kızgınlaşan bir sıcaklık yayılıyordu. Bir uçurumdan atlayıp sonsuza kadar düşmek gibiydi, sonu yoktu ve ben bu sonsuzlukta istemediğim halde sadece sonu hayal edebiliyordum. Kolumu kavrayan adamın ismini hatırlamayı bırak buraya nasıl geldiğimi, olayların nasıl gelişerek bu hâle geldiğini bile hatırlamıyordum. Tüm dikkatim, sel gibi olan kalabalığın karşısında öylece bana bakan o adamda... Bir şeyler yapmalıydım ama lanet olasıca bacaklarımı bir milim bile oynatamıyordum! Kilitlenmişlerdi adeta. O ise benim aksime oldukça sakin durup gözlerimin içine bakarak tebessüm etmekte...
Delirmek üzereyim!! O halinde bile bana hâlâ şefkatle bakabiliyor; içimi okurcasına, rahat olabilmem için sadece benim fark edebileceğim bir şekilde tebessüm ediyordu. Gözlerime baktığında içimdeki fırtınayı, mutluluğu, korkuyu, ümitsizliği her zaman, ne olursa olsun fark edebilen tek kişiydi ve şimdi o hâliyle bile beni düşünüyordu. İlk defa onun bana karşı bencil olmasını bu kadar çok istiyordum. Sadece kendini düşünmesini, bu yerden bir şekilde kurtulup arkasına bakmadan kaçmasını istiyordum. Onu bir daha göremeyecek olsam bile... Beni sonsuza kadar arkasında bırakabilirdi, iyi olduğunu bildiğim müddetçe onu bir daha görmemeye razıydım.
"Tartaros, yeter artık sakin ol!"
Sözlerinin beynimde yankılanmasıyla içimdeki korku daha da büyüyor. Sesi, kırmızının kadifeliğine ve etkileyiciliğine bulanmış bir şekilde içime işliyordu. Bu sesi unutmak, onu kaybetmek istemiyordum. Gitmesini, beni bırakmasını istemiyordum. Sevgi dolu bakışlarını, her zaman bana güven vermesini, sarılmasını kaybetmek istemiyordum. İstemiyordum işte! İstemiyordum! Onunla ilgili hiçbir şeyi kaybetmek istemiyordum! O ben, bense oydum. Birbirimizden nasıl vazgeçebilirdik ki? İki ayrı bedenlerdeki aynı kandık biz. Şu iğrenç dünyadaki tek yuvaydık, tek gülümseme nedeni, birbirimiz için yaşam kaynağıydık. Şimdi ona veda edemezdim; o kadar güçlü değildim. Ona muhtaç bir bebektim daha.
"Korkma, sen Tartaros Psykhe'sin! Korkmak sana hiç yakışmıyor! Bebeğim, bir tanem.... İçindeki fırtınayı hissediyorum ve anlıyorum. Sonuna kadar haklısın ama bu olmak zorunda. Bir kaçışı veya çıkışı yok. Beni kurtarmak istiyorsun ama yapamazsın! Asıl öldürmek istedikleri ben değilim. Sensin! Ben sadece seni öğrenebilmeleri için yem edecekleri bir piyonum ve sen bu yeme asla kanmamalı, zamanı gelesiye kadar seni öğrenmelerine asla izin vermemelisin. Unutma ben senin her zaman zihninde olacağım. Bedenim çürüyecek ama ben yine de zihninde sana güven, cesaret vermeye devam edeceğim. Zamanı geldiğinde de yine geri döneceğim her zamanki olduğu gibi. En önemlisi de seni mutlu edeceğim, gülümseme nedenin olacağım. Şu hayatımda en son istediğim şey senin mutsuz olman. O yüzden lütfen benim ölümümle kendini hapsetme o derin zifiri karanlıktaki çukura. Çünkü sen üzüldüğünde emin ol ki ben bunu diğer dünyada her hücreme kadar hissedeceğim. Senden tek isteğim mutlu olman ve kendini suçlamaman. Ben ölü olabilirim ama unutma ki aklında olduğum sürece asla ölmeyeceğim, daima yaşayacağım, geri döneceğim. Senden şu anda bu sözlerimi anlamanı beklemiyorum. Çünkü anlamak için daha çok ama bir o kadar da az zamanın var hayatım. Sadece dikkatli ol ve bazı şeyleri erteleme. Yoksa ertelediklerinin cezasını çok ağır bir şekilde ödersin ve başka şansın da olmayacak artık."
İçimdeki gittikçe alevlenen ateşin sıcaklığını hissedemeyecek kadar ağır basıyordu yüreğimdeki acı. Bu; bir çocuğun, ölmüş annesinin bedenine yaslanarak uyumaya çalışması, o soğuk bedenden şefkat ve sevgi sıcaklığı beklemesi gibi bir şeydi.
"Seni kaybetmek istemiyorum. Seni göremeyeceğimi bilerek her gün yeni bir sabaha nasıl uyanabilirim? Hem kim bu insanlar? Bizden, senden ne istiyorlar? Neden biz!"
Tek başına ormanın derinliklerine bırakılmıştım ve bu sefer bana yardım edecek olan adamın yardımıma ihtiyacı vardı. Ağaçların arasında ilerleyerek ona ulaşmaya çalışıyordum ama her defasında daha da karanlık bir yola giriyor ve çaresizlik içinde kaybetmeye yaklaşıyordum. İşin en kötü tarafı o da izini kaybetmemi istiyordu. Ne kadar acı çektiğimin farkında olmasına rağmen hiçbir yol ışığı göstermiyor, beni karanlık ormanın derinliklerinde öylece bırakıyordu.
"Bebeğim üzgünüm ama buna ikimiz de engel olamayız. Şu andaki olaylar benden, en önemlisi de senden daha büyük ve bu büyüklük hayal bile edemeyeceğin kadar; ama sana teminatını verebilirim ki bu hep böyle sürmeyecek. Her şey ters düz olacak ve o zaman sen göğe doğru yükseleceksin. Evet, hiçbir şey bilmiyorsun, hem de hiçbir şey! Ama öğreneceksin, sadece sabırlı ol ve kimseye güvenme! Anıların ve gerçekliklerin gün yüzüne çıkıp asıl sen olan kendini bulduğunda gücüne inanamayacaksın... Ve şimdi senden son isteğim kılıç kalbime saplandığında hiçbir şey olmamış gibi dönüp kimseye fark edilmeden kalabalıktan yavaşça, sakin gözükerek kaçman. Çünkü öldükten sonra seni daha fazla tutamam. Biliyorum çok zor ve bunu senden istemeye hakkım yok. Yapamayacağını düşünüyorsun ama yapacaksın! Zorundasın! Yoksa burada senin için ölecek olmam hiçbir şeyi değiştirmez, her şey boşa gider."
Midem bulanmaya, başım dönmeye başlamıştı.
"Ama, ama ben... Hayır! Seni burada nasıl bırakabilirim? Bunu benden canımın ne kadar yanacağını bildiğin hâlde nasıl istersin?"
Benden çok fazla şey istiyordu ve onsuz güçlü olamayacağımı da biliyordu. Beni hiçbir şeyini bilmediğim ve gittikçe kararan bu ormanda yapayalnız bırakamazdı! Bunu bana yapamazdı! Beni hiçbir zaman yalnız bırakmayacağına söz vermişti! Sözler bu kadar çabuk bozulmamalıydı! Yoksa ne anlamı kalırdı?
"Sen benim küçük şeytanımsın ve ben de senin ateşinde yanacağım, kendimden geçiyorum sende cezalandırılabilmek için. Unutma ki o isim sana boşuna verilmedi ve hiçbir şey tesadüf değildi. Şimdi serbestsin ve büyüyeceksin, büyüdükçe güçlenecek güçlendikçe her yanı saracak, ateşlerin şehri olacaksın! Şimdi gitme zamanı geldi bebeğim. Seni güneşin doğmadığı bir sabaha, çiçeklerin gülücükle yüzünde açmadığı, nefesinin yaşamaya yetmeyeceği zamanda bile seveceğim. Senin kanatlarını açma vaktin, benimse dokuz gün dokuz gece düşme vaktim geldi artık."
Göğsünden hızla çıkan kırmızıya bürünmüş kılıçla birlikte yüzüme sıçrayan kan; içimde ne zamandan beri tuttuğumu bilmediğim nefesi sakince dudaklarımın arasından özgürlüğe yol almasını sağladı. Karşımdaki beden yere doğru süzülürcesine düşerken bedenim, deminki hapishaneden çıkmasının etkisiyle titriyor ve beynimdeki tuhaf uyuşukluğun yok olmasıyla artık duygularıma itaat etmeye hazırlanıyordu. Beni burada böylece bırakamaz, gidemezdi! Bunu yapamaz, bunların hiçbiri gerçek olamazdı! Mutlu olmam için elinden her ne geliyorsa yapan adamı kaybetmiş olamazdım!
Kendimi yere bırakmamak için bacaklarımı zorla tutarken kan bulaşmış siyah pelerinli adama, o katile baktım. Belli belirsizce gösterdiği yüzündeki; dibine kadar ezberlediğim sinsi gülümsemesi ve o tanıdık şeytani ışıkla bakan gözlerini görmemle sırtıma adeta bir hançer saplandı. Derin bir nefes alarak hava ciğerlerimi yakarken yanan gözlerimi kırpıştırdım. O olamazdı? Hayır, o olamazdı! Bunu bana yapamazdı! Bu lanet yerden kaçmalıyım!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ateşlerin Şehri (+18) I Devam Eden Hikaye
FantasyBüyük bir savaşın fırtınası çoktan esmeye başlamış ve bütün yıkıcı gücüyle geçtiği her yeri mahvederrek üstlerine doğru ilerliyordu. Bu savaş diğer bütün savaşlardan farklıydı. Bu, Meleklerle Şeytanların içinde; sevgi, nefret, kin, intikam ve birçok...