2. Bölüm

72.1K 26 532
                                    




Uzun bir sürecin atıklarından oluşan birikimleri derleyip topladıktan sonra kendimi aniden beyaz önlüklü adamların dolaştığı bu coğrafyada bulmuştum. Kendimi anlam veremediğim bir zaman tünelinin dehlizlerinde kaybetmiş sanrısal kâbuslarla yaşamaya çalışıyordum. Neredeyse hiçbir eşyası olmayan, bir yatak ve bir masadan oluşan odamda; zeminden oldukça yükseklikte bulunan pencereden süzülen güneş ışınlarıyla beraber, çaresizce oturmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. Zaman zaman ruhumda oluşan yansımaların kareleri ile gülüyordum hayata. Belki de pencereden içeri süzülen onun yansımalarıydı. Günün belirli saatinde odamı ziyaret ederken avuçlarıma hatta ruhuma sessizce dokunuyor, içimi sızlatıyordu...

Her gün kapalı kapılar ardında sabah akşam vücuduma enjekte edilen zehri kusmak için var gücümle savaşırken beyaz önlüğün kollarıma hâkim olması beni içten içe delirtiyordu. İğneyi her seferinde bana bir zıpkın gibi saplayan o iri yarı, kel kafalı adamın kulaklarını ısırarak koparmak istercesine içimde bir şiddet besliyordum. Bana yaptığı her iğne, sinir uçlarıma vurulan bir çekiç darbesi gibi beynimde yankılanıyordu. Tek tesellim, her gün penceremden ışıkla beraber süzülen onun ruhu idi. Ses çıkarmadan bakışır gibi konuşuyor, bazen de avazımız çıktığı kadar bağırıyorduk. Nadir de olsa ay ışığı ile sessizce süzülerek odama geliyor, o güzel gözleri ile bana gülümseyip tekrar gidiyordu. Birilerinin onu görmesinden endişelensem de "Artık gelme." diyemiyordum. O benim vazgeçilmez bir tutkum olmuştu. Tek sorun, o iri yarı, kel adamdı, penceremden süzülen ışıkla konuşmamı istemiyordu. Ne zaman yine konuştuğumu söylesem iğneyi daha hızlı batırıyor, canımı acıtmak için elinden geleni yapıyordu.

Gecenin karanlığında uzaklara dalmış, tuzaklarla dolu bir yaşamda yapayalnız kalmıştım. Mahkûmdum yalnızlığa, demir parmaklıklar arkasından bakıyordum hayata. Aylar geçmiş, izlediğim manzarada kaybolmuştum. Penceremin önüne konan o karga bile artık gelmez olmuştu. Ne kadar güzel ötüyordu sesi kötü de olsa. Alışmıştım yalnızlığa, hüzünler soğuk beton duvarlara asılı tüm acımasızlığı ile vuruyordu hem suratıma hem de şakaklarıma. Çivi çakılmıştı adeta kafatasıma. Anılar vakit kaybetmiyor, canlanıyordu hatıralarımda. Üç beş metrekarelik dünyamda volta atıyor, sancılarla boğuşuyordum. Haftalarca konuşmadan beklemenin, saatlerce kıpırdamadan durmanın, boş gözlerle duvar diplerinde gezen hamam böceklerini takip etmenin zevki başkaydı. Ancak onlar  da her zaman ortaya çıkmıyorlardı. Hem sessiz kaldıkça o kel kafalı adamı daha az görüyordum. Penceremden süzülen ışığın on beş yirmi dakikada odamı terk etmesi, beynimi yiyip bitiren düşünceler arasındaydı. Onun ruhunu ışığımla beraber buraya hapsetmeliydim. Belki de o iri yarı, kel adamla gelen kadın bunu biliyordu. Acaba ona sormalı mıydım? Çok nadir de olsa koridorda yalnız dolaştığı zamanlar oluyordu, sanırım bunu ilk fırsatta değerlendirsem iyi olacaktı.

Evet, kararımı vermiştim. Yaklaşık on metrekarelik odamın bir yüzünü kaplayan ve koridora açılan demir parmaklıklar bölümünü izleme vaktiydi artık. Uluslararası bir hudut kapısı gibi zihnimde her gelenin geçenin bir kaydını tutmaya başlamıştım. Birkaç oda değiştirmeme rağmen manzarası en güzel olan yer burasıydı. Gelir gelmez yaklaşık iki buçuk metre yükseklikteki o küçük pencere bana huzur ve güven vermişti.

Sabahları odaları gezen heyetteki kadının topuk sesi mermer zeminden dolayı koridorun her yerinde yankılanırken onun hangi odaya gittiğinin rotasını çizebiliyordum. Sessiz geçen birkaç günün ardından tam ışığımı uğurlarken koridorun köşelerinde yankılanan o topuk sesi kulaklarıma takılmış rotasını benim odama çevirmişti.

Nihayet birkaç adım sonra etrafımı süsleyen demir parmaklıklar önünde durarak o küçük gözleri ile bana baktı ve "Bugün nasılsın?"diye sordu. Aylardır burada sessizce duvarları seyrettiğim için benden bu sefer de cevap alamayacağını düşündüğünü biliyordum. Düşüncelerimde hapsettiğim cümleleri sarf etmenin şimdi tam sırasıydı: "Teşekkür ederim, siz nasılsınız?" dediğimde bir anda o küçük gözleri irileşmiş, beden dili değişmişti. Öyle ya boş gözlerle duvarları seyreden bir adamın ilk kez konuşmasına şahit oluyordu. Aldığı cevapla sarsılan, bir o kadar da şaşıran kadın, elinde tuttuğu kâğıtları karıştırarak göğüs hizasına kadar kaldırıp bir şeyler yazıyor, ara ara da bana bakmayı ihmal etmiyordu. Buraya geldiğim günden bu yana hiç kimse ile konuşmamıştım, o da bunu biliyordu. Başını hafifçe kaldırarak "Işığınla aran nasıl? Onunla hâlâ sohbet ediyor musun?" diye sordu. "Evet" diye cevaplasam o iri yarı, kel adam asık suratıyla beni yeniden zıpkınlayacak mıydı? Galiba ondan söz etmesem iyi olacaktı. Hem bundan onlara neydi ki? Anlatsam da zaten inanmayacaklardı.

FirariHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin