2. RENK

260 23 3
                                    

Eve dönüp derin sessizliği çektim içime. Sadece sabahları gördüğüm ev arkadaşımın evde olmamasını normal karşılayıp baharlığımı askıya astım. 

Salondaki ikili çekyata oturup günün yorgunluğunun dizlerime vurmasıyla uzattığım bacaklarıma baktım. Zihnim gibi bedenim de her gün daha çok yıpranıyordu bu hayatta.

'Olsun.' dedim kendi kendime. Doğruydu. Geçirdiğim 19 yılın ardından eğer kendime ait bir evde güvenli bir şekilde bu çekyatta oturabiliyorsam şanslıydım değil mi?

 Geçmişi hatırlayınca çatılan kaşlarımı gevşetip odama geçtim. Elimden geldiğince kendime ait bir mekana dönüştürdüğüm odamı selamladım gülümseyerek. Eski bir baza, bir çalışma masası her an kırılacak gibi duran kendi boyadığım sandalyem, giysi dolabım ve her gün 'size söz veriyorum imkanım olunca ilk size bir dolap alacağım' diye onlara olan sevgimi dile getirdiğim kitap yığınım. Ve duvarlardaki çizimlerim. Tüm mal varlığım bu kadardı.

İnsanlar o kadar zor huzur buluyor o kadar zor mutlu oluyorlardı ki şaşırıyordum. Mutluluk buydu huzur işte buydu. Evim, işim ve iyi bir okulum vardı.

Kendimi mutlu olduğumla ilgili kandırırken kalbimdeki boşlukta bir rüzgar esti. Ve yine... Yine o acıyı hissettim. Mutluluk belki küçük bir çocuğun tebessümünde bulunabilirdi ama kalbinizdeki birine ait boşluğu doldurmak o kadar zordu ki. En kötüsü ise hava durumu ne olursa olsun esen yalnızlığın teninizi acı acı okşamasıydı. Zaten yorgun olan zihnimi hüzün kaplayınca ağırlaşan gözlerime itaat edip kıvrıldım yatağıma.

                                                                                     ...............   

Burnuma dolan rutubet kokusuyla açtığım gözlerimi saate bakmak için sağa kaydırdım. Hiç alarm kurmazdım. Gerek duymazdım. Saat 6'ydı. Yemek yiyip giyinmek için yeterli bir yarım saatim vardı. Yavaşça kalktığım yatağa göz atıp neredeyse hiç bozulmamış çarşafımı elimle düzeltip pikemi yatağa serdim.

Banyoda fazla oyalanmadan çıktığımda suyun etkisiyle yüzüme yapışan saçlarımı geriye ittirdim. Belli ki bu beni rahatlatmak için yeterli değildi. Tokayı zorlanmadan çıkardığım saçlarımı topuz yaptım.

Mısır gevreğimi yiyip mutfağı toplamamdan sonra birkaç yazlık ve birkaç kışlık kıyafetimin bulunduğu dolaptan giyinmem çok da zor olmamıştı. Koyu mavi İspanyol paça kotum ve uzun salaş gömleğimle gayet rahattım. Önemli olan da bu değil miydi?

Sırt çantama gerekli şeyleri koyup dışarı çıkmıştım. Eskiden olsa binanın içinde dört dönüp insanları görmeye kendimi hazırlardım. Şimdiyse işe erken gitmek için kendimi hemen sokağa attım. Cansız ve pek de tekin olmayan sokaklardan ana caddeye geçince dikkat çekici, arka planı kitaplar olan üstünde büyük ve italik harflerle 'KAFEHANE' yazılı tabelayı görünce her sabahki gülümsememi yerleştirdim yüzüme. Büyük adımlarla gidip dükkânı açtım ve ilk işim olan tozlu yerlerle süpürge arasında bakışlarımı gezdirdim. Yukarı kaldırdığım storlardan gün ışığı içeri dolarken 'yeni bir gün için güzel bir hava' diye fısıldadım kendi kendime.

                                                                                            ...................

Yapılacak işlerin bittiğini anlayınca cam kenarına oturup aceleyle işine giden insanları, okula yetişmeye çalışan gençleri izlemeye başladım. Ta ki kafenin kapısının açıldığını belirten hoş tınıyı duyana kadar. Bir gün bu kapı zili hakkında da düşünmeliydim. Fazla sevimli bir tınısı vardı.

İçeri giren 6 yaşlarındaki çocukla beraber istemsizce sırıtmaya başladım. Şimdiden gözleri vitrindeki pastalara kayan minik, aklıma hastanedeki çocukları getirdi. Ah! Yarın onları da görmeliydim. Yapılması gerekenler listeme kafama işaret parmağımla vurarak bu fikri de ekledikten sonra yerinde duramayan sırtındaki batmanlı çantasıyla beni incelemeye başlayan çocuğa döndüm gülümseyerek.

Bacaklarımı kırıp boylarımızı eşitledim. Tokalaşmak adına uzattığım elime bakarken "Merhaba ben Duru. Seni tanıyabilir miyim?" diye sordum. Tam o anda endişeli gözlerle içeriye bir kadın girdi.

"Şu alışkanlığını bırak artık Ömer! Senin için ne kadar endişelendim biliyor musun?" diye yüksek sesle konuşan kadın sanırım bu tatlı çocuğun annesiydi.

"Hayat." diye mırıldandığımda koyu kahve parkede uzun ve benim asla giyemeyeceğim türden topuklarının üstünde döndü. Elini alnına koyan kadının gözleri bana kaydı ve üstüne çeki düzen verip yüzüne ciddi bir ifade yerleştirdikten sonra "2 sade poğaça" dedi sessizce. Neyse ki beni duymamıştı.

Hafifçe gülümseyip tezgâhın arkasına geçince minik çocuğun üzgün yüzüyle karşılaştım. Poğaçalarla beraber elime aldığım şekeri annesinden gizli çocuğa gösterince gözleri parladı miniğin. İste bunu seviyordum. Onları, çocukları mutlu etmeyi, mutlu görmeyi. Poşeti bayana uzatıp adının Ömer olduğunu öğrendiğim çocuğa hafifçe gülümsedim. O da zorlama gibi görünse de gözlerini sanki yok olabileceklermis gibi kısarak bana kocaman bir sırıtış bahşetti. Ardından annesi parayı ödeyip elinden tuttuğu oğluyla kafeden ayrıldı.

Kafenin kapısından gelen hoş tını şu an benim ne kadar hoşuma gidiyorsa eminim bu sinirli ve endişeli kadına o kadar sinir bozucu gelmiştir. Müşterileri ve patronu beklerken burada işe girmemin en büyük nedenlerinden biri olan piyanonun başına oturdum. Yurtta Sevde ablanın profesyonel bir orgu vardı ve bana öğrettiklerinin bir gün işe yarayacağını hiç düşünmezdim.

Parmaklarım piyanonun üzerinde keşfe çıktığında daha fazla dayanamayıp bir tuşa bastım. Bu küçük ses ve ardından kulağa dolan tını... tarif edilemez bir hazdı benim için piyano. Ve her zaman geliştirmek istediğim bir hobi. Fakat aklımı oyalamasına izin vermemem gereken bir uğraştı da aynı zamanda. Zaten zihnimi bir sarmaşık gibi sarmış hobi mi desem alışkanlık mı belki de bela diyebileceğim bir şey vardı.

Ömer, hayat demekti. Duru, berrak. Kerem, asalet. Helin, ışık. Evet, anlayacağınız üzere isimlerin anlamlarıyla ufak bir sorunum vardı. 1 yıldır görüşmediğim arkadaşım Zeynep ile sıkıldıkça oynadığımız bir oyundu başta bu. O ayrıntılarını hatırlamak istemediğim itici koridorun eski bankına oturur önümüzden geçen kişilerin isimleriyle anlamlarını söylerdik.

Küçük kütüphane yurtta yatağımdan daha çok vakit geçirdiğim bir bölümdü. Kendimi özgür hissettiğim tek yer. Yalnızlığı sevdiğimi keşfettiğim yer. Bana soğuğu sevdiren yer.

Ansiklopedileri karıştırırken bulduğum bir kitaptı bu alışkanlığın kaynağı. Üstündeki yazıyı okuyabilmek uğruna elimi toza bulayıp kapağının canlı renklerini ortaya çıkardığımda gördüğüm 'YENİ DOĞAN BEBEKLER İÇİN İSİMLER VE ANLAMLARI SÖZLÜĞÜ' yazısı beni nedense heyecanlandırmıştı.

Sonrası malum tabi. Zeynep ile her gün bildiğimiz isimleri araştırıp anlamlarını ezberlememiz. Aslında bu hayatımda dezavantaj oluşturan bir durum değildi. Tabi daha demin olduğu gibi zihnimde parlayan kelimeyi sesli bir şekilde dile getirmezsem. Ne dikkat çekmeyi ne de garip bakışlara maruz kalmayı seven biriydim.

Belki de herkesin farklı olmaya çalıştığı bu hayatta normal olmak için çabalamam acizliğimdi. Zaafımdı. Belki de farklılığım, normal olmak istememdi. Kim bilir...

RENGARENKHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin