"Ay ne kadar çok çocuk vaarrr!" çığırarak konuşmanın beden bulmuş hali pembe atlete baktım. Evet, bu da berbat sıfatlar listemin başını çekebilirdi. Benim ifadesiz yüzümün aksine tiksinir bir ifadeyle sessizliği tüm çığırtkanlığıyla bozan kıza döndü gözlüklerin prensi.
Biliyorum derhal adlarını öğrenmeliydim.
"Kulak zarım patladı sanırım. Bir de sağır olmak istemiyorum."
Üzülmüş ifadesiyle kısık sesle sürekli üzgün olduğunu söyleyen kıza dönüp odadaki şaşkın çocukların ve meraklı görevlilerin sormak istediği yılın sorusunu sarf ettim. " Merhaba, ne için gelmiştiniz?"
Küfür etmişim gibi aniden bana dönen kişiye baktım. İçimdeki gözlüğünün ardını görme isteğini körükleyen "Sadece oturacağız. Birini bekliyoruz."cümlesiydi. Otoriter sesinin altındaki geçiştirme hissini fark etsem de bir şey söylemedim ve pembe atletin O'nu karşı duvardaki renkli taburelere yönlendirişini izledim.
Olması gereken, görevlilerin onları dışarı çıkartması değil miydi? Tabii eğer gözlükler prensine hayran hayran bakmayı bıraksalardı görevlerini de yaparlardı.
Sanki her şey normalmiş gibi davranmalıydım. Tabi dikkatle beni izleyen iki yüz olmasa bu daha da kolaylaşabilirdi. "Hadi bakalım herkes sandalyesine. Yaaa maviyi sevmem sanırım turuncu bir tane alacağım." deyip şebeklik yaparken gülen çocukların arasından geçip üst üste dizili taburelerden turuncu olanı alıp eski yerime geçtim. Elimdeki masal kitabını sanki çok ağırmış gibi yapıp kucağıma koyduğumda çocuklarla beraber gülen bir pembe atlet görmüştüm. Yanındaki huysuz şeyse ne olduğunu anlamamış gibi anlatması için kızı dürtüyordu. Bu haline gülerken aslında içim burkulmuştu.
Yine 'evvel zaman içinde.' diye başlayan bir masalın daha sonuna gelmiştik. Sürekli sesimi değiştirdiğim ve uzun süredir masal okuduğum için ağzım kurumuştu. Ama bu tabi ki dert değildi. Kalın kapağın renkli sayfanın üstüne kapatıp karşımda dizilmiş çocuklara baktım. Minnettar bir şekilde gözleri parlıyordu. Küçük suratlarının çoğunu kaplayan büyük maskelere inat kısılıyordu gözleri. Ve her kısıldığında gözlerinin yanında oluşan minik çizgiler hayat veriyordu bana. Kendimle gurur duyduğum nadir zamanları süslüyordu hepsi. Yaşadıkları ne olursa olsun. Mücadele ettikleri hastalık ne denli güçlü olursa olsun gülümsemeleri güç veriyordu bana. Onları mutlu etmek beni mutlu ediyordu.
Hem şakalaşıp hem de tabureleri topladığımız bir 10 dakikadan sonra çocuklarla vedalaşıp görevlilerin onları odalarına götürmelerini izledim el sallayarak. Yüzümdeki tebessüm çantamı almak adına arkamı döndüğümde solmuştu. Burada olduğunu bile unutmuştum. Ama yalnızdı.
Çantamı aldığımda ne yapmam gerektiğiyle ilgili içimde bir fırtına başlamıştı bile. Söylemeyi bırakın düşünmesi bile acı verirken kabullenmem gereken gerçeğe somurttum. Karşımda bir elinde gözlüğü diğer eli cebinde rahatsız olduğunu belli eder gibi minik taburede oturan adama baktım. Bu şekilde gidemezdim. Tamam, birini bekliyor olabilirdi ama kör birini tek başına bu büyük odada yalnız bırakamazdım. İçimden de olsa kullandığım kelimeyle yüzümü buruşturup herhangi bir sandalyeye oturdum. Beklediği kişi gelene kadar birkaç sayfa kitap okuyabilirdim değil mi?
Bir sayfa. İki sayfa... Üç sayfa... Tamam, sanırım birisi bana bu denli dikkatli bakarken ancak bu kadar kitap okuyabilirdim. Hele de bulunduğumuz odadaki tek ses çevirdiğim sayfaların hışırtısıyken. Büyük sırt çantama kitabımı koyup fermuarı kapattım. Ellerimi dizlerimin arasına koyup bana bakmayı kesmesi için dua ettim. Neden konuşmuyordum ki? Neden 'Ne bakıyorsun?' gibi tepkiler veremiyordum? Kendimi aşıp ben de ona yöneldiğimde gözlerinin kucağımda olduğunu fark ettim. Yani kitapların sayfasını çevirdiğimde sesin kaynağı olan yere. Tam ağzımı açıp neyi beklediğini soracakken önce davranması beni şaşırtmıştı.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
RENGARENK
Teen FictionYıllardır zihnimde acı çeken bu simsiyah dünya, seni sevdikten sonra rengarenk oldu. Unuttuğum tüm renkler hayat buldu bedenimde. Ama hiçbirine yakıştıramadım seni. Ne sonsuz maviye, ne de tutkulu kırmızıya. Sonra dedim ki, kahkahasını gök kuşağının...