diu vivere immortalis rex

168 21 78
                                    

(Metallica - The Unforgiven)

---

Uyu, uyan; kâbuslar ve hayal kırıkları. Sonsuza kadar devam eden cümleler yığını ve niceleri. Ölü gördüğü yakınları, şeytanın perçemine gizlenmiş büyücünün oyununda; kaçış izni yok. Acı çekmeye öyle alışmış ki, acının ilmek ilmek işlendiği kemikleri sızlamayı bırakır olmuş. Ve sonra demiş ki şeytana, beni de al yanına, yansın aklımın son biçareleri. Delirmekten korkar olmuşken kaçmamış ölümden, beklemiş. Şeytanın son vals teklifine kadar beklemiş, beklemiş ki kurtulabilsin. Onun delirmesini istemişler, o da delirmiş. Öyle bir delirmiş ki, hezarpare kalbi aklını yok sayarak hüküm sürmeye başlamış beden denen devlette. Şeytan ise ne mi yapmış? Eserinin zevkini sürerken seyretmiş aşağılık insanoğlunu. Zevk almış kanlarındaki zehirden. Akıttıkları her bir kanın kurtarıcısı olmaya ant içmiş, yine de kimse bilememiş bu gizemin sebebini.

"Oğlum, uyan artık."

Şefkatli ses tonunun sahibi, terden sırılsıklam olmuş portakal rengi saç tellerini okşuyordu yine merhametini akıtarak onlara. Saçları gibi kokusu da portakalların ferah aromasını andırırdı. Belki de biraz limon kabukları karışmıştı arasına. Onun o mis kokulu bedeni kan, ter ve gözyaşından başka hiçbir şey bırakmadığında gencin başını okşamakta olan ellerin titremesi anlık bir zelzelenin habercisiydi. Dudaklarını nazikçe dizinde yatmakta olan bedene indirerek mis kokulu saçlara uzunca bir buse kondurdu.

"Jiminnie'm, hadi uyan artık anneciğim."

Hala rüyada olmalıydı genç oğlan. Zihniyle öyle çok oynanmıştı ki artık rüya ve gerçeklik birbirinden farksız konumda birleşmiş tek bir evrendi. Sızlayan başını yavaşça kaldırdığında boğazı öyle kuruydu ki, o sudan içmemeye yemin etmiş olmasa susuzluktan neredeyse ölecek konuma asla gelmeyecekti.

Elbette bu onun suçu değildi. Mecbur bırakılmıştı. Ya daha da delirerek ölecekti ya da akıl sağlığına er ya da geç kavuşmayı dileyerek.

Ancak şu an iri gözleri tanımadığı fakat ruhunun onu delicesine çektiği bir simaya bakıyordu. Ona "oğlum" demişti, çok daha önemlisi, ona "anneciğim" diye seslenmişti.

Yoongi'nin ölümünden sonra ölmüş annesinin saçlarını okşuyor oluşu genç adamın aklını kaçırmasını adeta körükleyen bir ateş olmuştu. Bitkin bedeninin son gücünü kullanarak hızlı bir hamleyle karşısındaki kadından uzaklaştı. Kadınsa bu tavrın karşısında önce hüzün dolu bir bakış atmış sonraysa yüzünde buruk bir tebessüm oluşmuştu.

"Jimin, fazla zamanımız yok güzel oğlum. Beni dinlemen gerek."

Bu sözler karşısındaysa Jimin hipnoz olmuş gibi öylece kadına bakıyordu. Uzun, koyu turuncu saçları vardı. Hafif dalgalı oluşu ona güçlü bir hava katmıştı. Seyrek kâküllerini de unutmamak lazımdı tabii, kendisi gibi olan rustik kahve gözlerini iyice ortaya çıkarmıştı kâkülleri. Jimin en çok onları sevmişti. Ha bir de biçimli bir burun ve kendisinin birebir kopyası iri dudaklar ev sahipliği yapıyordu pürüzsüz tenine. Ne de güzel bir kadındı. Gerçekten de annesi olabilir miydi bu kadın? Keşke olsaydı. Öyle olmasını dilerdi Jimin.

"İçindeki yaşam tomurcukları benim burada olma sebebim Jiminnie'm. Ah güzel oğlum, nasıl da büyümüşsün."

Oysa annesi olması mümkün değildi. Delirmiş gibi kahkaha atmaya başladı. Bir süre sonra kendini dizginlediğinde işaret parmağını kadına doğrulttu. Gözlerinde öfke ve bir parça da keder saklıydı.

"Yalan söylüyorsun. Annem ben doğduğumda öldü."

Birden açığa çıkan adrenalinle ayağa kalktı. Bileğindeki zincir izin verdiğince kaçtı ondan. Bir yandan kafasını tutup inanamayarak sağa sola sallıyordu.

retro | taekook Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin