Evden nadir çıkarız demiştim ve haftalar önce ölen balığımın mezarı balkonda, bir kaktüs saksısının içindeydi. Dış kapıdan çıktığımızda önümüze uzun, camlı bir koridor çıkıyor ve sola döndüğümüzde ise ayağımızın altına bizi sokağa çıkaracak merdivenler seriliyordu. Evimi seviyordum, eşimin gençliğinden kalan pis aynayı da ve kaktüs saksısı içinde yatanı da... Evde gömleğimin önü açık, içimdeki atlet görünürken gezmeyi de severim, çoraplarımın üstüne parmak arası terlik giymeyi ve en çok eşimi.
Onun, eşimin (hoş bunu belirtmeme gerek yok çünkü hayatımda sahiden, canım sıkkın olduğunda arayabileceğim kimsem yok), evden çıkacağı vakitlerde kapıyı açarım ve onun merdivenlerden inişini seyrederim. Üstünden hiç çıkarmadığı, kalın durduğundan sokaktaki yürüyen dedikodu ablaların iğrenerek baktığı ve "Yıkamıyordur şimdi bunu." diye burun kırıştırdığı kahverengi bir kabanı var. Aslında kaban mı tam da emin değilim. O kahverengi kaban sola dönüp merdivenleri inmeye başladığı vakte kadar sırtını, ensesini, ensesindeki saçları izlerim ve bu benim her zaman karnımı ağrıtır. Koridorumdaki camdan izlemeye devam ederim apartmandan çıkınca, sokaktan kaybolana kadar bakarım ona. Karşı apartmanın fazlasıyla temiz kalpli kapıcısının ve Almanya-Kore genlerini taşıyan sarı saçlı, güzel çehreli kızın baktığı ve sevdiği bir sokak köpeği vardır. Siyahtır bu köpek, mahallenin çocukları o köpeğe sataştığında çok üzülürüm. Bilmiyorum, benim sadece balığım öldü.
Gideceği yere varmadan o güzel parmak uçları, kendisini görünce yattığı yerden kalkmış köpeğin kafasından geçer ve yüzündeki gülümsemeyi hayal eder, köpeği kıskanırım. Hatta ben balığımı gömdüğüm saksıdaki kaktüsü de kıskanırım. Eşimi kimi sabah onu severken görüyorum, gizlice izliyorum. Dikenler parmak uçlarını kanatsa da devam ediyor sevmeye onu. Eşimi kaktüse benzetiyorum, kendimi de ona.
Ona benzemek... Ne hoş bir iltifat ne yüce bir makam benim için.
Arkada, gençliğimde Japonya'ya çalışmak için giderken kamyonda çalan müzik çalıyor. Unutmadığım için hayal ediyorum arkada onun çaldığını ve çalıyor işte. O sırada şarkının nakaratı bitmişken kapım açıldı. Eşim gelmişti, kendisi anahtarını hiç unutmazdı. Kısa bir süre göz göze gelişimizin ardından mutfağa gittim. Hava sıcaktı, serinlemeye ihtiyacı olduğunu düşündüm ve buzdolabından çilekle beraber vanilyalı dondurmayı çıkardım. Şarkı bitmişti, onun üstünü çıkartışını, anahtarını küçük sehpanın üstüne koyuşunun duyuyordum.
Doğrama tahtasında yeşil saplı bıcağın çıkardığı seslere odaklanmaya çalıştım fakat mutfak kapısının oraya yasladığı bedeninin varlığı buna engel oldu. Az sonra ismimi söyledi, karnım ağrıyordu. "Efendim?" dememin ardından çevirdim kafamı ona. Elinde, geçen ona bahsettiğim parktaki güzel çiçeklerden vardı. Tezgaha bıraktı onları. Yaklaştı iyice ve patlayan dudağımın üstündeki kabuğa dokundu baş parmağı, acısıyla yüzümü buruşturdum. "Bekle." diyip içeri koştu, elinde bir şişe şarapla döndü gülümseyerek, tezgahtaki çiçekleri bana uzattı. Ağladım. Çok ama çok ağladım. Zaten balığım öldüğünde de ağlamamıştım, dedim ve biraz daha ağladım. Alnımı öptü, bedenim ağlamaktan sarsılıyordu ve karnım ağırdı o an. Sol elinde çiçekler, sağda şarap vardı; alnımı öptükten sonra yanağını kafama yaslamıştı, bana sarılmadı. Çok ağladım.