ağza alınmamış kâbuslar

183 24 10
                                    

Kırsal kesimde büyüdüm ben küçükken. Eh, büyükbabamın fazlasıyla lezzetli besinler büyüttüğü bir tarlası olunca ve bu da daha sonra anneme kalınca bizimkiler şehre taşınmak yerine orada kalmışlar, haliyle de orada doğmuşum. Tozlu yolları vardı oranın, taşlar ayakkabılarımıza sürtünürdü. Yeni bir ayakkabı almak istemezdik bu yollar yüzünden, kimi zaman da kıyamazdık giymeye; ablam, ben kız olduğumda işte tam da bu nedenle bazı ayakkabılarını giymeme izin vermezdi. Her şeyin mahvolmasından, çok değil sadece bir saat sonra bindim küçücük bir otobüse. Dışı turkuazdı, inanılmaz kirliydi ki bu yollardan geçen temiz kalmazdı. Sürücü o gün fazlasıyla sakindi, her zamanki gibi. Bu kanıya onu birkaç kere görmemden sonra varmam çok saçmaydı fakat gerçekten o günü aklımdan çıkartamayacağım şekilde hatırlıyorum; adamın yüzünde en ufak korku yoktu. Hoş, ben de sakindim, kafamı pis camlara yaslamıştım. O korkunç gün, o korkunç Japonya anılarını edineceğim gündü aynı zamanda.

Hediye edilen deftere de milyonlarca kez yazdığım gibi benim zamana bir de zaman makinesine ihtiyacım vardı. Nereye gidecektim ya da neyi değiştirecektim bilmiyorum.

Uyumaya zorladığım gözlerimi araladım. Eşim yanımda derin derin nefesler alıyor, gözüme uyku girmesini geçtim, önünden bile geçmiyordu. Bir şeyler mırıldanır gibi oldu, ona doğru döndüm, iğrenç sarı ışık alnındaki terleri ışıldatıyordu. Keskin bir nefes alıp aniden doğrulunca dirseklerim üzerine yükseldim. Kalbim ağzımda atıyordu, kaşlarımın telaştan çatıldığını fark ettim. Derin derin soluklanıyorken yorganı üstümden atıp koşa koşa mutfağa gittim, bir bardak su doldurup ona uzattım yanına oturduktan sonra. Normal bir insanın görebileceğinden belki de daha fazla sık rüya görüyordu, bu beni başta korkutsa da alışmıştım. Endişelendiğim şey, ne gördüğünü hiçbir zaman bilemiyor oluşumdu; o, gördüğünün etkisinde kalır, sırf bu yüzden iki gün boyunca uyuyamadığı olurdu. En kötüsü de her şeyi defterlerin biliyor oluşuydu.

Omzunu öptüm. Bardağı tutan eli titriyordu. Onun tarafındaki çekmeceden İncil'i çıkartıp okumaya başladım. İyi gelirdi, iyi gelmeliydi. Bilmiyorum, İsa bizden umudu kesti mi? Nefesi yavaşça düzene giriyorken elindeki bardağı küçük dolabın üstüne bıraktı. Dizimden destek alıp giysi dolabına ilerledi. Kapağı açtığında giysilerinin yerini almış, bu zamana kadar yazdığı tüm defterler karşısındaydı. Bunun hem onun canını, hem de benimkini yakacağını bilsem de içimdeki "Oraya yanan bir kibrit atmalı!" diye bas bas bağıran sesi susturamadım. Dizlerini kırıp çöktü ve dolaba yaslı tarafta üst üste dizilmiş defterlerden en üsttekini aldı. Ayağa kalktı, galiba defterin kapağını okşuyordu, sonra dönüp elindekini bana uzattı. Sadece yüzüne baktım. Döndü, bir tane daha aldı, üstten ikinciydi, ellerime bıraktı; bu biraz böyle devam etti, elimde yedi tane defter oluncaya kadar.

"Okumamı mı istiyorsun?" diye sordum. Odadaki loş, iğrenç sarı ışık güzeller güzeli yüzüne vuruyordu. Burnunun gölgesi sol yanağına vuruyor, ışık hâlâ alnındaki terleri ışıldatıyordu. Bir şey demedi, yanıt sayılabilecek bir hareket dahi yapmadı. Odadan çıktı ve evden ve apartmandan sonra. Muhtemelen yine kabanı üstündeydi , belki sokağımızdan da çıkmıştır. Bu defa parmak uçları siyah köpeğin kafasına değmedi muhtemelen ve eşim ilk defa nereye gideceğini söylememişti. Beni sevmekten bıkmış, beni öyle apaçık, uluorta, göz önünde terk etmişti belki.

Terk edilme, onsuz yatağa yatma, onsuz geçen günler düşüncesi yutkunmama, korkmama ve titrememe sebep oldu. Bunun sadece benim paranoyaklığım olarak kalması için dua ettim ve derin bir nefes alarak avucuma ilk temas eden defteri açmak için, kucağıma bırakılmış olan diğerlerini eşimin belki beş, belki on dakika önce koyduğu bardağın yanına bıraktım. Onun yattığı tarafa geçtim, karnım çok ama çok ağrıyordu. Çirkin ellerim ikinci kez onun kıymetlisi üzerindeydi ve ben yine bu zaman kadar yaptığı, bana vermeden önceki dokunuşları da dahil tüm dokunuşları avcumun, parmaklarımın, ellerimin altında hissettim. Bu, bir sürü beş yüz, bir sürü beş yüz de bir sürü sevişmek demekti.

Kapağı araladım, ilk sayfada kendi el yazısıyla ismini yazmıştı ve ben o isme bir öpücük bırakmaktan alıkoyamadım kendimi. Derin bir nefes aldım, kalbim fırlayacaktı yerinden. Sayfayı çevirdim. Tüm sayfa, tek bir cümlenin çok kez yazılmasıyla doldurulmuştu.

"Ben bir katilim."

💌
her şey açıklığa kavuşacak mı?
jongin birden çıkıp nereye gitti?
o cümlenin anlamı ne?
*gerilim müzüğü D;*
he bir de sıkıldınız mı ya, sıktım mı sizi?

sessizliğimizin gürültüsüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin