♫ dear cloud, beside you ♫
ağustos bitiyor. sonbahar geliyor, neredeyse bir yıl oldu. kalmak istediğimden emin değilim, hayaletlerle kaplı hayatıma dönmeye ise hazır değilim.
"bu yedi ay nasıl geçti?" diye sorduğunu duydum taehyung'un, o sırada günlerdir doğru düzgün yemek yemediğimden dolayı sırtıma yapışmış olan mideme daha fazla acı çektirmemek için bir şeyler hazırlıyordum. kızarmış ekmeğin üzerine şeftali reçeli sürdüğüm sırada dikkatim dağıldı ve ne sorduğunu tekrarlamasını istedim.
"dedim ki, yedi ay nasıl geçti? biliyorsun, son görüşmemizin üzerine yedi ay geçti ve oraya alışıp alışmadığını merak ediyorum."
ona yurttan ayrılıp eve çıktığımdan beri daha iyi olduğumdan bahsettim, ağustos ayında kobe'nin aslında pek de keyif veren bir yer olmadığından ve geçen pazar gittiğim tiyatrodan.
jungkook'un geçiş yaparak kore'ye döndüğünden ve iki gün önce vedalaştığımızdan konuştuk, winter garden'ın kapandığını ve hoseok'un küçük kardeşimin sevgilisi olduğunu yeni öğrendiğimi söyledim. görünüşe bakılırsa taehyung çoktan biliyordu, biraz zorladığımda jimin'i birkaç kez jung rockhouse'a götürdüğünü öğrenmiştim fakat daha fazlasını söylememeye yemin etmişti.
kısık sesle güldüm. ona idare ettiğimi söyledim.
"ne güzel," dedi. sesinde herhangi bir duyguya rastlamadım. "senin adına sevindim, yoongi-ya. keşke seninle olabilseydim."
saatin kaç olduğundan habersizdim, son zamanlarda algılarımın kapandığını ve sık sık kaybolur gibi hissettiğimi fark ettiysem de kimseyi endişelendirmek istemedim. her şey iyiymiş gibi yapmak her zaman işe yarardı.
sarı sokak lambası, perdesi olmayan pencerelerden köhne sokaklar arasında benim kendisini bulmamı bekleyen apartman daireme sızıyordu, aceleci değil, duvarların üzerine izini bırakır gibi, yavaş yavaş. keşke bilseydi, diye düşündüm. yarın eser kalmayacak izlerinden.
sahi, taehyung'la benim ilişkim çok mu farklıydı? çok mu iz bırakmıştık, bırakabilmiştik?
"keşke," diye mırıldandım ancak aramızda asılı kalan bu kelime, karşılığını alamayarak duvarlarıma çarparak dibi boyladı.
nefes alıp verişini dinleyerek geçirdiğim süre, onun sorduğu bir başka soruyla son buldu. "iyi uyudun mu?"
nasıl bir cevap vermem gerektiğini bilmiyordum, iyi uyumuş muydum? hiçbir şey olmamış gibi davranamıyordum, yedi ay boyunca yavaş yavaş kendimi öldürmemiş gibi davranamıyordum.
işlerin hiç de fena gitmediği zamanlar olmuştu, jungkook veya kaoru ile görüşüyor veya kendi başının çaresine bakmayı öğrenmiş her insan gibi tek başıma vakit geçiriyordum. ancak bilirsiniz, böyle zamanlar uzun sürmez.
dünü kaybetmek ve yarını bulmak isteyişim, taehyung'un dökülen yapraklarımı toprağa gömüp benim için nedenler bulmasıyla başlamıştı. bir şekilde, beni yıldızlara götürmüş ve kayıp gitmeme engel olmuştu. buna değer miydim bilmiyordum, benim için umut var mıydı sorusu her zaman cevapsızdı. onu sürüklemek istemiyorum.
"onu bulduğumda," diye başladım konuşmaya. diyaloglarımızı sık sık sessizlik bölüyordu, bundan rahatsızlık duymuyordum.
sonbahardı. beni öldürdü. ince hislerimden yakaladı beni ve boğazıma dolandı yalnızca annemin açabileceği o düğüm. "nefes almıyordu. ne olduğunu anlayamamıştım. jimin o zamanlar lise son sınıftaydı sanırım, şimdi bile iyi ki jimin bulmadı onu diyorum. taehyung, onu bulduğum gün hava güneşliydi. ekim. hava neden güneşliydi ki diye düşündüm. güneşli bir ekim günü neden nefes almayı bıraktı? kendimi o görüntüye bakmaktan alamadım, yapabildiğim tek şey ona bakmak oldu. göremiyordum, düşünemiyor ve algılayamıyordum. yüzüyle karşı karşıya geldiğimde ne düşündüm biliyor musun?"
derin bir nefes almaya çalıştım, başımı kanepeye yasladığım kolumun üzerine koymuştum. "onu tanıyamadım. bu benim annem değil, diye düşündüm. o gün beni de kendiyle birlikte sürüklediğini asla anlamadı. daha kötüsü ise babam veya doktorlar asla nedenini söylemedi. bir hastalığı var mıydı öğrenemedim."
öğrenmek istediğimden emin değildim.
sessiz kaldı. bir şey söylemek istemediğinden değil, söylemek için cümleleri toparlayamadığındandı sükuneti. onu bu kadar tanıyordum en azından. birini en son ne zaman tanımıştın? hayatına dokunduğunu hissetmiştin? min yoongi, ne dediğinden haberin yok senin.
sonra her şeyi unutmak istedim. bir perde çekmek, o perdeyi asla aralamamak. fakat benim evimin bir perdesi yoktu. gün ışığı kadar karanlık da davetsiz misafiriydi zihnimin.
"seni bütün bunlardan kurtarabilirsem, eğer," hıçkırdı. ağlamasını istediğimden anlatmamıştım ki. "eğer her şeyi unutturursam sana, döner misin bana?"
kafamı salladım yavaşça. yanaklarımın ıslandığını fark ettiğimde ağladığım gerçeği de suratıma yapışmıştı sertçe.
"bunu çok isterim." diye fısıldadım telefonu kapatmadan önce.
geri dönebileceğimden emin değildim, kuşkusuz, taehyung'a aşıktım. onun olmadığı bir dünya düşünemiyordum kendi içimde, kaburgalarım kırılıyormuş gibi hissettiriyordu.
milyonlarca kez yaptığım gibi kanepede uyuyakalmışım o gün, giderek büyüyen karanlığın içinde taehyung'la yürümeye çalıştığım bir rüyaya çekildiğimi hatırlıyorum. oldukça uzakta, acıdan ve hatıralardan uzakta yıldızsız bir gecede gözyaşlarımın adımı fısıldadığı bir rüyanın derinliklerinde kayboluyorum.
bilinmezlik içinde koşuyorum, uçurumların bu kadar derin olduğunu bilmiyordum.
tek başıma uyandığım o sabah ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. uzun otların arasında uzandığımı hayal ettim, güneşin bulutsuz gökte asılı durduğunu ve savaşmak zorunda olmadan, elimden gelenin en iyisini yaptığımı bilerek uzandığımı hayal ettim.
sessizliğin ortasında gelen çağrıyla doğruldum ve gözlerimi ovaladığım esnada arayanı kontrol ettim: kaybolduğum döngüden beni çıkaran, aklımın ardı arkası gelmeyen dehlizlerinden beni kurtaran bir yabancı. jung hoseok.
varlığımın sert kabuğunun çatlaklarından sızan geçmişteki hatıralar, uzun diyaloglar geleceğime uzanan kırmızı çizgiyi çekiyor. duvarların üzerine yansıyan güneş ışığı her zamankinden farklı hissettiriyor.
çağrıyı cevaplandırıyorum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
four seasons, taegi
Fanfictionkayıp mandalinalar, köprü boyu yaptığımız gece yürüyüşleri, pikaba yerleştirilen plakları ruhumuza kattığımız, ilk gençliğimizde aşık olduğumuz bir hikayeydi sahip olduğumuz. dört mevsim onsuz geçtiğinde anladım teninin noksanlığının intiharım olduğ...