♫ mot, all in vain ♫
ne var ki, anlattıklarımın aksine, o zamanlar taehyung'a aşık olduğumu düşünmüyordum. sevgiyle kucaklaşıyorduk, ne anlama geldiğini kavrayamadığım bir halde tutuyordum onu. tatlı, nazik. winter garden'dan taehyung için jeff buckley'in grace plağını almış ve çıkışa yönelmiştim. dükkanın kapısı açıldığında çalan zile last christmas eşlik ediyordu.
yağmur durmuştu. gök masmavi, bulutsuzdu. saat dörde gelirken yurda dönmüştüm. geldiğimde, kaoru uyukluyordu. akşam yemeği için yemekhaneye inene kadar kafasını kaldırmamıştı, saçları birbirine girmişti ve yorgun gözüküyordu. aç olmadığını söyleyerek yalnızca miso çorbası içti, yemekhaneden ayrılmadan önce, "seninle kore'ye geleceğim." dedi.
oda serindi. lavanta, nane ve tarçın karışımının doldurduğu demliği ve kırmızı bir kupayı alarak masanın üzerine koydum. kaoru hiçbir şeyi umursamadan uyumuştu, son projesi onu oldukça zorlamış olmalıydı.
masif çam, ahşap sandalyeye oturup gözlerimi kapadım. sessizliğin tadını çıkarmak istercesine derin bir nefes aldım. kendimi teslim ettiğim bu durgunluk hâli, taehyung ile on yedi yaşlarında yaptığımız pikniği hatırlamamla son buldu. aldığım nefes, sıkıntılı bir varlığa bürünerek terk etti vücudumu. kaç yıl önceydi tam olarak bilemiyorum, o zamana dair hâtırımdaki en belirgin şey baharın kokusuydu. güneşin, iri yeşil ağaçların arasından bize ulaştığı bir gün.
o gün taehyung çok uzağa gitmek istemişti. çok heyecanlıydı! sarı saçları, zarif beyaz gömleği ve elinden bir saniye bile düşürmediği kamerasıyla taehyung, bir o yana bir bu yana koşuşturuyordu ve diğer elini de benim elime kenetlemiş, beni de sürüklüyordu. krem, lacivert çizgili örtüyü çimenlerin üzerine serdikten sonra sepeti de yere, örtünün üzerine bıraktıktan sonra tekrar elimi tutmaya davrandıysa da bileğimi yakaladı ve ilerlemeye başladı.
çalılıkların, yüksek otların arasından geçtikten sonra bile ilerlemeye devam ettik. arada bir elimi bırakıyor ve heyecanla arkasına dönüyor, göz temasını kesmeden bir şeyler anlatıyordu. sonra tekrar yola dönerken eli elimi buluyordu, ağaçlık bir bölgeye geldiğimizde dünyadan kopmuş olduğumuzu düşünüyordum. zira taehyung'un heyecanlı konuşmasına eşlik eden kuş sesleri dışında duyulan bir şey yoktu ancak taehyung bunu sorun ediyor gibi görünmüyordu.
sıkıntımı belli eden bir tonda sordum, yorgunluktan nefesim kesiliyordu ara ara. "taehyung-ah, yetmez mi bu kadar yürüdüğümüz?"
beni reddetmedi, bize en yakın ağacı gözüne kestirir kestirmez beni ağaca yasladı. beklememi, hemen geleceğini söyleyerek ortadan kayboldu. yaslandığım ağacın dibine çöktüğüm gibi derin bir nefes aldım, yanıma su almadığıma lanet ediyordum şimdi. ağzımın iyice kuruyacağını bildiğim halde bir sigara yaktım. yer yer çimen vardı, sigaramın külünü ayaklarımın dibine silktim. kuşların sesi daha berrak geliyordu, aynı zamanda şarkı söyleyerek gelen taehyung'un sesi de.
koşarak ayaklarımın dibinde bitmiş, yarısına dahi gelmediğim sigarayı elimden kaparak söndürmüştü. sağ elinde üç limon vardı, gülerek limonları kucağıma bıraktı ve fotoğraf makinesine davrandı. döndüğümüzde, sepetin yanına kıvrılmış uyuyan siyah bir kediye rastlayınca taehyung çok sevindi, içimi ısıtan bir gülüş bahşetti bana.
bahar rüzgârı tatlı esiyordu, ikimiz de uzanmıştık, bir elim karnımın üzerinde; diğeri taehyung'un avcunun içindeydi. kafamı çevirdiğimde, çoktan beni izliyor olduğunu gördüm. bakışlarında titrek, hoş bir şeyler vardı. belki biraz hüzün.
"yoongi-ya," diye fısıldadı. bütün cümleleri ismime işlemişti, devam etmesine gerek yoktu. uzandım, güneşin battığı esnada yumuşak bir şekilde öptüm onu. anlamıştım.
elleri belimi bulmuştu, üzerine çıkar hâlde olduğumu kendime geldiğimde fark edecektim. titrek nefesler alıyorduk ikimiz de, dudaklarından içime akan benliği onunla aynı hisleri paylaşmama neden olmuştu. sıcaktı, birkaç saniye için gözlerini kapatmış, ardından gözlerimin içine bakmıştı. kalbiyse yüksek sesle ve delice atıyordu, elimin altındaki kalbinin sesi hariç her şeye kapatmak istiyordum kulaklarımı. algılarımın ötesindeydi elimin altındaki, her atışında daha çok acı veriyordu kalbime.
dudaklarımız ayrıldığında, onu öptüğümde parlaklığını da ondan aldığımı gördüm. benim için çiçeklerini dökmüştü, birer birer, kiraz çiçekleri misali. –gözlerini kapat ve fısılda sevgilim, bir gün gidecekmişsin gibi öp beni ve sevgiyle eğil ölü yıldızlarımıza.
uzaklara, göğe bakıyordu. kızıllara bürünmüş, görkemli göğe. göğsü nefes alıp verdikçe inip kalkıyordu.
göğe bakmayı bırakıp bana döndü ve konuşmaya başladı, sesi fısıltı hâlindeydi. "her şeyi bırakıp bizi hiç kimsenin tanımadığı bir yere gitmek, senin de hiç bilmediğin bir yere gitmek heyecanlı olmaz mıydı?"
gülümsedim, kırgın bir gülümsemeydi. birkaç yıl sonraki hâlime gülümsemiştim sanki o gün.
"bir gün deneriz, olmaz mı?"
yavaşça kafasını salladı. eve dönerken yorgunluktan omzumda uyuyakalmıştı. sıcaklığında kavrulmuştum, o gün daegu'ya dönerken fark etmiştim aslında, ben taehyung'a aşığım.
o ahşap sandalyede oturduğum, kaoru'nun benimle gelmeyi kabul etmesinin ardından bir hafta geçmişti. bir öğleden sonra, elimde gümüş renkli anahtarlar ve yanımda japon bir çocukla kore'deki evimin önünde dikiliyordum şimdi. onu, ilk aşkım taehyung'u görebilecek miydim bilmiyordum.
yolda yürürken, beni yapayalnız bir hâlde bırakan bu yabancı şehirde ellerimin buz kestiği bir akşam karşılaştım onunla. mavi ev, kırmızı ev. seni buldum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
four seasons, taegi
Fanfictionkayıp mandalinalar, köprü boyu yaptığımız gece yürüyüşleri, pikaba yerleştirilen plakları ruhumuza kattığımız, ilk gençliğimizde aşık olduğumuz bir hikayeydi sahip olduğumuz. dört mevsim onsuz geçtiğinde anladım teninin noksanlığının intiharım olduğ...