♫ mot, let you go ♫
şüphesiz, içler acısı bir hayatım vardı. yoğun arzularım kederin kucağına düştüğü an, şehri yakan alevler kalbime sıçrıyordu. canım yanıyor, acı fiziksel bir forma bürünür hâle geliyordu.
hoseok'un aramasından sonra yüreğimi parçalayan bilinmezlik ve ellerimde kendi kanımla kalakalmıştım. kore'ye dönmemi istemişti. bu odayı, bu evi, bu şehri bir daha görme. kayıtsızlığını ve dönüş bileti olmayan bu şehri terk et.
taehyung'u hâlâ seviyorum. beni kurtarma çabasını anlıyorum. çılgınca bir telaş ile benim kore'ye dönmem için çabalıyordu.
iki ay. iki aylık sabırsız bir bekleyiş ve zaman zaman ağlarına düştüğüm umutsuzluk sonunda nefes nefese kore'deydim.
ne demişti hoseok? oradan ayrıldığımdan beri taehyung kendini yetersiz hissediyor, çiğ çiğ kendisini yiyen ıstırap ve acıya kendini bırakıyordu zaman zaman. kendisini neşeli gördüğü de oluyordu, dudaklarından asla düşmeyen bir gülümseme ile sessizce oturuyor, bazen insanın içini hoş tutan bir sevinçle halının altına süpürüyordu her şeyi.
salona girdiğimde sarışın, beni teselli eden neşesiyle sevgilim kanepede oturuyor, elindeki derginin sayfalarını hışırtı çıkmasını önemsemeden karıştırıyordu. gerçekten, gelmemi beklemediği hissine kapılmıştım. ıstırabım ve beni beraberinde sürükleyen kederimin anlık olarak uçmasına, toz bulutu gibi dağılıvermesine izin verdim.
"ne yaşanmış olursa olsun, sana aşığım taehyung."
açık pencereden sızan ekim rüzgarı, perdeleri havalandırıyordu. derin bir soluk aldı, ellerini yumruk haline getirdi ve gözlerini sımsıkı kapattı. toparlanması, gözlerini aralaması ve benim olduğum yere dönmesi uzun zaman aldı.
dolu, gülümsemeyen gözleri ve titrek bakışlarıyla beni aşkının kucağına atıvermişti kim taehyung o gün.
onun içinde açtığım yaraları saf rengiyle gördüğüm o ekim sabahı, hayatımda en çaresiz hissettiğim zamandı. başkasını peşimden sürüklemiş, onda derin yaralar açmış ve onu incitmiştim. birini içinden çıkılmaz karanlıklara sürüklemek, istediğim son şeydi. ekimin bende bıraktığı onulmaz keder, asla iyileşmeyen yaralarım ve her acıyı ilk kez tatmışım gibi mayhoşluğunda beni sarhoş eden sonbaharın saplantısı. bunları ona yaşatmak, söylenmemiş sözlere acılar akıtmak istediğim son şeydi.
bunu bilerek mırıldandım, "elini ilk kez tuttuğum günü hatırlıyor musun?"
alnına düzensizce düşen, dağınık bir havaya sahip saçlarına attı ellerini, aramızdaki uzaklığı kapatmaya cesareti mi yoktu bilmiyorum ancak o gün oturduğu yerden kalkmadı. beni tepeden tırnağa süzdü, bacaklarını kollarıyla sardı ve küçüldükçe küçüldü.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
four seasons, taegi
أدب الهواةkayıp mandalinalar, köprü boyu yaptığımız gece yürüyüşleri, pikaba yerleştirilen plakları ruhumuza kattığımız, ilk gençliğimizde aşık olduğumuz bir hikayeydi sahip olduğumuz. dört mevsim onsuz geçtiğinde anladım teninin noksanlığının intiharım olduğ...