bir aşk şarkısıydı çalan, belki bir rüya

125 16 16
                                    

♫ sogyumo acacia band, butterfly ♫

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

sogyumo acacia band, butterfly

winter garden, kobe'nin eski mahallelerinin, unutulup gitmiş binalarının arasında kaybolmuş, yolunu bulamamış küçük bir müzik dükkanıydı. pikaba yerleştirilmiş olan oasis'in talk tonight parçası cızırtılı bir ses eşliğinde bu dar, sıkışık ve kayıp dükkana ruhunu geri veriyordu. cam kapıdan girildiğinde tanıdık olan o zilin sesini duyar, hemen ardından ilgisizce "hoş geldiniz!" diye geveleyen ryuichi'yle karşılaşırdınız. dükkanın girişine yakın bir yere yerleştirilmiş kasada beklemekle yükümlü olan ryuichi yirmi altı yaşında, tuhaf bir adamdı. winter garden'a gelmemin asılı nedeni pikabın dükkana yaptığı gibi bana da ruhumu bahşetmiş olmasıydı.

uzun zaman önce, yaklaşık on yıl, taehyung'la bir müzik dükkanı keşfetmiştik. daemyeong i-dong, nam-gu'da, başka bir dünyaya aitmiş gibi duran bir yerdi, şehrin kalabalıktan uzak bölgesine gizlenmişti. dürüst olmak gerekirse, rahatsızlık veren bütün duyguları ve sıfatları dışarıda bırakmıştık kapıdan içeri girerken. sanırım taehyung'un sevdiğim şeylerinden biriydi bu, kafamda asla belli bir yere sahip olmuyordu. her şeyin ötesindeydi ancak hiçbir şey de değildi. ilk zamanlar, seoul'den geldiğim zamanlardan bahsediyorum, onunla konuşmak; ona bir şeylerden bahsetmek istiyordum ancak konuşmak istediğim konularda sözcükler yeterli gelmiyordu, sanki konuşmamız gereken dil başkaymış gibi.

aslında taehyung'la ilk tanıştığımda onun da bu dünyaya ait olduğunu düşünmüyordum, aynı bu ufak tefek müzik dükkanı gibi. kalabalıkların arasına gizlenmiş, bulunduğu bölgeyi işaretlemiş ve kimseyi içeriye almamıştı.

jung rockhouse, taehyung'un en sevdiği saklanma yeriydi. biraz köhnede olduğundan mıdır bilinmez, gün içerisinde pek gelen olmazdı, hyo-seong adında ellilerinin sonunda bir adam dururdu başında. gün boyu sigara içer, oturduğu yerde gazetesini okurdu. onunla ilgili özel bir şey yoktu. bazı günlerde yerini oğlu hoseok'a bıraktığını görürdüm.

hoseok, benden iri bir vücudu ve kahve saçlarının arasında parlayan kızıllarla orada olduğu sürede başka bir boyutta gibi olurdu, sürekli bir şeylerle uğraşırdı ama ortaya çıkan bir şey olduğu da söylenemezdi. oraya taehyung olmadan geldiğim bir gün dükkanın başında hoseok'un olduğunu görmüştüm. aslında oraya gitme nedenim taehyung'a doğum günü için bir şeyler almaktı, bu yüzden direkt olarak üst kata çıkabilir veya ilk kattaki albümleri inceleyebilirdim, ne olursa. ancak durup selam vererek ayak üstü bir konuşma gerçekleştirdiğimde, bütün ilgisini de üzerime aldığımı fark ettim. dükkanda herhangi bir müşteri var mı diye göz gezdirdikten sonra kimsenin olmadığını görmesiyle dükkanın kapısına asılı levhanın açık olduğunu gösteren kısmı içeriye çevirmesi bir oldu.

"bir fincan kahve içer misin?" diye sordu bütün sıkıntısını dışarıya vuran sesiyle zira hemen arkasından iç çektiğini duymuştum. kafamı salladığımda arka odaya girdi ve beş dakika kadar mutfak olduğunu düşündüğüm o küçük yerde tıkırtılar çıkararak bir şeyler yaptı. geri geldiğinde elinde iki fincan kahve vardı, fincanların üzerindeki pembe çiçeklerin hoş gözüktüğünü söyleyebilirim.

kasanın olduğu yerin yanına, karşılıklı oturmamızı sağlayacak şekilde iki kahverengi, ahşap sandalye konumlandırdı.

"her zaman seninle gelen çocuk yok, aranız iyi değil mi yoksa?" merakla sorduğunda kafamı onaylamaz şekilde salladıktan sonra gülerek taehyung'un doğum günü için bir hediye almak istediğimden bahsettim, gelme nedenim buydu ne de olsa.

ben konuşurken yüzü düşünür hale bürünmüştü, onaylar mırıltılar çıkarırken ağzını aralamıştı ancak bir şey söylemediği için garip bir sessizlik çökmüştü.

"bir saniye," diyerek beni orada bırakarak büyük adımlarla üst kata çıkan merdivenlere yöneldi fakat üst kata çıktığını bildiren bir ses yoktu.

geri geldiğinde elinde parlak, kahverengi tonlarında bir kılıf yer alıyordu, karşısında kim olursa içini ısıtabilecek bir gülümseme verdikten sonra the cardigans'ın first band on the moon plağını bana uzattı.

taehyung, hoseok'un dediği gibi, bunu çok sevmişti ve bana sıkıca sarılmıştı. hoseok'un beni taehyung'un bölgesine öylece atıvermesi gerçekten beklemediğim bir şeydi, o günden sonra taehyung bana sık sık sarılır olmuştu.

bunu bir itiraf olarak değerlendirir misiniz bilmem ama o gün, ilk kez taehyung'u birilerine anlatmıştım. sakin kalamayan, sık öfkelenmeyen bir yapısı vardı ve kıskanılacak derecede neşeli biriydi. şimdi, ben japonya'dayken bile ara ara konuşuyorduk.

dükkanın üst katında, asılı duran müzik aletleri, bir çıkıntının üzerine konulmuş gramofon ve merdiven boyunca raflarda çeşitli plaklar yer alıyordu. müzik aletlerinin yanına atılmış bir koltuk vardı, duvarın dibine sabitlenmiş olan bu mavi, yıpranmış koltuk sanki bir şeyleri tamamlar havadaydı.

ocağın sonlarında bir cuma günü, her zamanki gibi taehyung'la o mavi koltuğa kurulmuştuk, dizlerimiz değercesine oturduğumuzdan kalbimin atışlarını duyar diye korkardım içten içe.

merdiven boyunca ilerlerken soluk renkli bir plak kılıfını seçmişti taehyung, bunun tangerine dream rubycon olduğunu sonra öğrendim.

çizilmemesi için binbir dikkatle kabından çıkarmış ve pikaba yerleştirmişti, yanıma döndüğünde kendini koltuğa adeta atmıştı, işte böyle anlarda dizlerimiz çarpışırdı ve onun dizini çekmeyişi, abartılı gözükebilir ama, beni baştan aşağı titretirdi. başta, tanışmamızın en başında taehyung temastan hoşlanmayışını dile getirmişti, sesi itiraz kabul etmeyen bir tona büründüğü için nedenini soramamıştım.

zaman geçtikçe bana yaklaşan taehyung olmuştu. ilk gençliğimde, ilk çocukluğumda aşık olduğum taehyung, jung rockhouse'da bana ruhunu açmıştı.

hiçbir plakta o ruhu yakalayamadım. geçmişe gömülü, çoktan tozlanmış anılarımı dağıtan notaların rüzgarıydı, belki bundan kaybetmiştim o ruhu.

şimdi winter garden besliyordu aç kalmışlığımı.

four seasons, taegiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin