♫ lee so ra, 데이트 ♫
"sen gittikten sonra acı içindeydim. ne yapacağımı bilemez, şaşkına dönmüş bir hâlde kalmıştım." diye konuşmaya başladı taehyung, sakin görünüyordu. belki durgun.
geldiğimden beri kısa, anlamı olmayan bir iki cümleden öteye gitmemiştik. elinden düşürmediği kadehi ağzına doğru götürdü ve bir yudum aldı. zaman zaman saçlarına dokunuyor, karıştırıyordu. yumuşak, tatlı dokunuşları vardı. bana da öyle dokunması için orada her şeyimi verebilirmişim gibi bir hisse kapılmıştım.
taehyung'un evinde, odasındaydık.
doğruyu söylemek gerekirse, kendimi haklı bulmadığım kadar haksız da sayılmazdım. boğazımı temizledim, dudaklarım aralandığında iki kelimeden öteye gitmemişti söylediklerim. "ama havaalanında-"
sözümü kesmişken bakışlarını bana yöneltti. dudakları öfkeyle aralanmıştı bu kez, sert kayalıklara kendimi bırakmış gibi hissetmeme neden olan bir tona bürünmüştü sesi. "biliyorum, biliyorum. bu yaptığımı yanlış olarak değerlendirebilirsin, ancak yoongi, tanrı aşkına-"
derin bir nefes aldı. yattığı yerde, yatağında doğrulmuştu. şimdi sehpaya yaslanmış vücudumla tam karşısında duruyordum. "sen, sevgini içime işledikten sonra beni korkunç bir düşün içine sürükledin. ne yapmam gerektiğini bile bilmiyordum, benden ne yapmamı bekledin ki?"
şarabımdan bir yudum alırken sessiz kalmayı tercih ettim. söylemek istediğim ne varsa derinlerime saplanıp kalmış, tilkilerimin kuyrukları ardına saklanmışlardı.
yakınımdaydı, aylar boyu görmeye özlem duyduğum yüzüyle aramdaki mesafe bir nefesti yalnızca. ileri atıldım, parmak uçlarımla burnunu okşadım. bu hareketim bir sessizliğe neden olmuştu, dudaklarını açmamaya yemin etmiş gibiydi bir an.
uzun süre o şekilde, kıpırdamadan kalmıştık öyle. gözleri her an yaşlarla dolabilecekmiş gibi bakıyor, bütün bedeni titriyordu. havada asılı kalan kırılganlığından çektim onu, gözlerimi kapamışken birleştirdim dudaklarımızı.
ellerinin altındaki örtüyü kavramıştı parmakları, bu manzarayı aklımdan çıkarmak mümkün olmamıştı. şimdi yatağında, üzerinde uzanıyordum. teni pürüzsüzdü, bıkıp usanmadan öpücüklerimle zenginleştirmek ister gibi bir açlık çekiyordum tenine. elinden kayan kadeh yeri boylamış, şarap halıya dökülmüştü. okşadığım, dokunduğum yerler yanıyor; beni de yakıyordu.
sonra durdu, kendini iyi hissetmediğini ve durmak istediğini söyledi.
kalbim göğüs kafesimi parçalayacak gibi atıyor, yüzüm yanıyordu. taehyung da farklı sayılmazdı, yanakları al al olmuştu ve kesik bir şekilde nefes alıyordu.
ondan özür dilediğimde buna gerek olmadığını söyledi, bana sarıldı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. onu kollarımın arasına çektim, kafasını göğsüme sürtüyordu. bununla birlikte, ona has olan kokuyla karışmış olan şampuanının ferahlatıcı kokusu burnuma doluyordu.
ağlamasını durdurmayı başardığında başını kaldırıp bana baktı. cılız sesiyle "istediğimin bu olduğundan emin değilim, yoongi-ya." dedi.
istediğimin bu olduğundan emin değilim. istediğimin sen olduğundan emin değilim.
dehşet içinde ona baktığımda beni şaşırtarak içten bir şekilde gülümsemişti, canlı bir şekilde. yine de, gözlerinden yorgun olduğu anlaşılıyordu.
"tae, senden hâlâ çok hoşlanıyorum." dedim neredeyse yalvarır bir tonda. başını salladı, bir karşılık vermedi. nefesi düzene girene kadar sırtını okşadım, düşüncelere dalmış bir halde uyuttum onu.
"sen uyurken yolunu bulasın diye deniz fenerine bile dönerdim ben taehyung, yalvarırım kızma bana daha fazla." diye fısıldadım, ardından yavaşça onu bıraktım ve yataktan çıktım. halıya dökülmüş şarap konusunda bir çözümüm olmadığından, kırmızı lekeyi orada bıraktım ve yalnızca kadehleri alarak odadan çıktım. adımlarım mutfağa yönelmişti.
gece üç sularında, mutfak tezgâhına yaslanmış ve kendimi düşüncelerime teslim etmiştim. arada şaraptan bir yudum alıyor, ağzımda tutuyor ve tadının bıraktığı o hoş hisle baş başa kalıyordum.
aklımdan çıkmayan bir başka şey ise aylar önce, ben gitmeden önce havaalanında bana veda edeceğini söylemesine rağmen gelmeyen sevgilimin anısıydı.
aslında biliyordu neden gittiğimi, gırtlağına kadar yalanlara gömülmüş, dar zamanlara sıkıştırılmış insanların caddelerinde nefes alamadığımı. bütün bir şehri, bir ülkeyi kendime sığdıramamıştım annemden, annemin ölümünden sonra. içime çöken yitim hissiyle başa çıkamaz hâle gelmiştim. uzun, kemikli parmaklarımın arasına giren, tırnaklarımın dibine giren toprak hiç ayrılmamıştı aslında olduğu yerden, varlığım üzerine bir leke gibi yapışmıştı. tozunu yuttururdu bazen bu leke, gerçeğin nefretinde sarılırdı boğazıma.
kaburgalarımın arasına oturan umutsuzluk, ölen ruhların ardından söylenen her sözü sessizliğin karşıladığını iyi bildiğinden beni pençeleri arasına almıştı uykularımda.
şimdi, aylar sonra dönmüştüm onun için. eğer duygularından emin değilse, yapabileceğim bir şey yoktu.
fakat sevgilim, ani gidişim seni korkutmasın. günleri, evleri ve güzel geceleri, kırık saksıları aştım kaçabilmek için. dönmek için kalbindeki yerimi hatırlatman yeterli. bilmediğim bir şey varsa, sana, derinlerine bir gün tekrar ulaşabilme ihtimalimdir. göğsümdeki bu korkunç, korkunç ötesi boşluğa dolduğunda sen; seni göğsüme yatırdığımda sana sonunda kavuştum sandım. yanılmışım. yanılmış mıyım sen söylesene taehyung.
saçlarımda eller, parmak uçlarıyla, yavaşça dokunuyor taehyung'un elleri. mutfak tezgâhına yaslı hâlde uyumuşum. sabah, güneş ışınları usulca, önceki günleri yalancı çıkaracak şekilde aralık pencereden sızıyordu. kuş cıvıltılarının yankısında hayat buluyordu ev. taehyung'un elleri, bir dünyayı bana veren elleri belimde. gülüşü kulaklarımda, bir kez daha aşkına düşmüşüm o kış. tatlı ve hazin, kırık. felaketim olsa da binlerce kez öpebilmek için, bir kez veda edebilmek için ve satırlarımı, her şeyi düzeltebilecek satırlarımı verebilmek için değerdi kalbimin ağrısına.
belimdeki ellerini sıkılaştırırken fısıldadı. "özür dilerim sevgilim."
geri gelmeyecek anılara ihtiyacımız yoktu, koşup koşup bir yere varamamaktan farksızdı şimdi geçmişi düşünmek. onun için yaralı ellerimle bir gelecek dikerdim ben.
"haydi, kahvaltıyı hazırlayalım çiçeğim."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
four seasons, taegi
Fanfickayıp mandalinalar, köprü boyu yaptığımız gece yürüyüşleri, pikaba yerleştirilen plakları ruhumuza kattığımız, ilk gençliğimizde aşık olduğumuz bir hikayeydi sahip olduğumuz. dört mevsim onsuz geçtiğinde anladım teninin noksanlığının intiharım olduğ...