♫ my aunt mary, 다섯 밤과 낮 ♫
on dokuz yaşına girdiğim gün evden kaçtığımı hatırlıyorum. bu durumun taehyung'u dumura uğrattığını da. yağmurlu bir gecede, yağmurun yağacağını hesaplamadığımdan ıslanmıştım, şehir olabildiğince önümde uzanıyordu ve kadere inanmayan ben kalemi elime alıp geleceğimi kendim yazma kararı almıştım.
şapkamı başıma geçirip bir telefon kulübesine sığındığım vakit taehyung aramıştı.
"yani, nereye gitmeyi planlıyorsun? busan, seoul?"
"şu an bir şey düşünmüyor, planlamıyorum tae. sadece köprüleri ve yolları geçeceğim, geçip gittikten sonra bileceğim ben neredeyim."
bir süre yalnızca nefes seslerini dinledim. sonra, tereddütlü ve titrek sesi hattın diğer ucundan duyuldu. "bir kez gidersen bir daha geri dönemezsin, yoongi. buradan ayrıldıktan sonra, nereye gideceğin değil, benimle olmayışın önemli olacak benim için."
duraksadı, anlaşılmaz hışırtılar duyuldu ve hareket ettiğini varsaydım.
"burası hoşuna gitmiyor mu? sıkıcı bir şehir mi senin için, yoksa istediğin farklılığı mı yakalayamadın?"
başımı iki yana salladım. bunu göremediğin anladığımda ağzımdan bir "uh," kaçtı.
"taehyung, ben burada sıradanlığı kucaklayamadım. ne yapacağımı bilmiyorum sahiden," derin bir nefes alarak gözlerimi sıkıca kapattım. "üzgünüm."
kalbime bir ağırlık çökmüştü, kanım çekilmiş gibi bir şey hissettim. sanki birisi kalbimi elleri arasına almıştı ve sıkıyordu. bıçak kalbimi deşiyordu, göğüs kafesim parçalanmıştı ve oralara bir yerlere sakladığım anılarım dağılıvermişti telefon kulübesine. sağ elim yumruk haline geldi ve göğsüme ulaştı, daha önce hissetmediğim bu acı beni hazırlıksız yakalamıştı akan kanı sadece ben görüyordum. üzgünüm. üzgünüm.
"yoongi," diye fısıldadı taehyung. "haydi bana gel. kahvaltıda sana o çok sevdiğin kestaneli ekmeklerden alırım aşağıdaki fırından, olmaz mı?"
yumduğum gözlerimi açtım, telefon kulübesinin içi soğumuştu. nefesimin çarptığı camda oluşan buhar, dışarıyı örtüyordu. kulübenin dışına çıktım, gözlerimi havaya, yıldızsız gökyüzüne çevirdim. acının yavaşça kaybolduğunu, gitmediğini ancak hafiflediğini hissediyordum.
çok yorgun olduğum hissi ise beni sarmalamıştı, ruhumun ağırlığı yürümemi bile zorlaştıracak hale getirmişti beni.
"uyanık olur musun geldiğimde?"
güldü, hemen yanıtladı: "elbette, asi çocuk. açsan bir şeyler hazırlayayım, ne dersin?"
reddettim.
"yoongi, dur, şey, teşekkür ederim."
yağmur dinmişti, yürürken ayakkabılarımın ıslak betonda çıkardığı ses dışında bir şey duyulmuyordu. saati kontrol ettiğimde dokuzu iki geçiyordu.
sanki uykuluymuşum, yeni uyanmışım gibi bir sersemlikle cevapladım onu. "neden teşekkür ediyorsun, taehyung-ah?"
"benimle sıradanlığı kucaklayamadığın bu şehirde kaldığın için." dedi, sesi kısık geliyordu. "papatya çayı yapıyorum, içeriz."
dudaklarımın arasından bir kahkaha çıktı, yüzümü sıcak basmıştı ancak ekledim: "kim taehyung, şehri kucaklayamazsam seni kucaklarım."
güldüğünü duydum, gülüşünü az önce kan gölüne dönen kalbime gömme isteği oluşmuştu içimde.
bir şey söylemeden kapattı.
şehrin ışıkları sigaranın alevine karışmışken kanımın yeniden damarlarıma doluşunu hissetmiştim, boğazımdaki düğüm çözülüvermişti.
bahsettiği fırının önüne geldiğimde içimde bir şeylerin oynadığını hisseder gibi oldum, sıcaklık sarmıştı tenimi. iki canelé aldıktan sonra taehyung'un apartmanının önüne geldim. taehyung canelé gibi tatları severdi, her hafta farklı bir şeyler tatması için sürprizler yapardım ona. bunu anımsadığımda dudaklarıma benden izinsiz bir gülümseme oturmuştu.
kapıyı açtığında yüzünde, benimkinin aynısı olan gülümsemeyi gördüm. gözlerini şefkat bürümüştü ve ıslak olmamı önemsemeden beni kendine çektiği gibi sıkıca sarmalamıştı.
elimdeki burgu saplı, parmaklarımı kızartan kese kağıdının yere düştüğünü belirten ses aramızda boğuldu. hıçkırmaya başladı, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu ve taehyung'ta böyle bir etki bırakacağımı bilmeden gitmeye kalkmamın aptallığını fark ediyordum. pişmanlık her hücreme sızıyordu, kollarının belime düştüğünü, orada kaldığını ve beni iyice sardığını anladığımda içimde bir şeyler kırıldı.
tepeden tırnağa sudan çıkmış balığı andırıyordum, onun kıyafetlerini de ıslattığımı fark ettiğimde geri çekilmeye çalışırken "taehyung, ıslanacaksın." diye fısıldadım ancak beni bırakmak bir yana, kafasını sağ omzuma yasladı.
onu terk edilme korkusuyla baş başa bırakmıştım. beni binbir uğraşla yaptığı kumdan kalesine almıştı ancak o kaleye verdiğim zarar, göz ardı edemeyeceğim bir gerçekti.
sakinleştiğini, nefeslerinin düzene girmesinden anladığımda yavaşça ondan ayrıldım. bileğinden tutarak salona yönlendirirken yerdeki kese kağıdını da almıştım.
salonda, girişin hemen yanında büyük bir akvaryum; akvaryumun içinde on kadar balık vardı. akvaryumun sağında bulunan mavi-kırmızı, vintage koltuğa taehyung'u yatırdıktan sonra mutfağa yöneldim.
mutfak tezgâhındaki metal, kare biçimindeki kutuya gözüm çarpmıştı. kapağının üzerinde parlak, mavi bir kelebeğin yansıması görülüyordu. kutunun içinde papatya, lavanta ve tarçın kabuğu vardı. taehyung özel olarak çaylarla ilgilenirdi, kendi karışımlarını yapmayı; yeni tatlar bulmayı severdi ve yaptığı şeyleri benim de denememi isterdi.
yarım kalmış, yarım bırakılmış olarak gördüğüm şeyler nefesimi kesiyordu.
yaklaşık yarım saat sonra, balkonda sokak lambalarını sohbetini dinlerken bir sigara içtim ve içeri girdiğimde kutuyu yerine kaldırıp taehyung'un yanına döndüm. ne var ki taehyung bıraktığım gibi değildi, göğsü düzenle inip kalkıyordu ve kirpikleri titreşiyordu. karşımdaki görüntü beni büyülemişti, her gözyaşını unutturmak için titrek kirpiklerine binbir öpücük kondurmak istiyordum.
uyandırıp odaya geçmesi gerektiğini söyledim. beni anlamışa benzemiyordu gözlerini kırpıştırıp duruyordu ama yine de elime uzandı ve sıkıca tuttu. onu odaya yönlendirdiğim sırada elimi bir kere bile bırakmamış, aksine diğer elini de belime dolayıvermişti.
odasının ışığını yakmaya yeltendiysem de taehyung engel oldu, uykusunun kaçmasını istemediğimden bir şey söylemeden taehyung'u yıldızlarla bezenmiş yatağına bıraktım ve üzerimdeki ceketi çıkardıktan hemen sonra iç çekerek taehyung'un dolabından bir şeyler giydim. bütün bunlar gerçekleşirken taehyung kıstığı gözleri, kafasına kadar çektiği battaniyeyle beni izliyordu.
"hoşuna gitti mi?" diye sorduğumda güldü, beni yanıtlamadı fakat yatağa iki kez vurarak beni yanına çağırdı.
konuşmaktansa ellerimi tutmayı tercih ediyordu, bunu kabullenebilirdim çünkü onu kırmıştım. elleri büyük sayılmazdı, battaniyenin içinde terlemişti. bacaklarını yavaşça ayırdı ve birini benim bacağımın üzerine atarak bana daha yakınlaştı. karanlığın içinde, nefeslerimizin birbirine karıştığı esnada ertesi gün tiyatroya gitmek istediğini mırıldandı, kabul ettim ve iyi geceler diledim. kafasını göğsüme yaslamıştı, varlığı sıcak ve yumuşacıktı. teninin noksanlığı intiharımdı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
four seasons, taegi
Fanfickayıp mandalinalar, köprü boyu yaptığımız gece yürüyüşleri, pikaba yerleştirilen plakları ruhumuza kattığımız, ilk gençliğimizde aşık olduğumuz bir hikayeydi sahip olduğumuz. dört mevsim onsuz geçtiğinde anladım teninin noksanlığının intiharım olduğ...