Ertesi sabah, yani Pazartesi sabahı, Fran'le okula ilk defa başlayan çocuklar gibi ne yapacağımızı bilemez halde erkenden kalkıp günü selamlamak için bahçeye çıktık. Daha doğrusu günün nasıl selamlanacağını merak ettiğimiz için... İkimiz de bu yaşımıza kadar hiç günü selamlamamıştık. Ama günler yine de bir şekilde akıp gitmişti. Çok gerekli bir şey değildi demek ki. Yine de acemilikle, eşofman takımlarımızı ve spor ayakkabılarımızı giymiş bir halde, saat yedide kendimizi bahçenin ortasında bulunan ve adına Nova Park dedikleri, altıgen şeklindeki o açık alanda bulmuştuk.
Bayan Templeton ve isimlerini henüz öğrenemediğimiz birkaç kişi sessizce çimenlerin üzerine bağdaş kurmuş, yüzleri yükselmekte olan güneşe dönük ama gözleri kapalı bir şekilde oturuyorlardı. Bayan Templeton, Fran ve benim onlara doğru yürüdüğümüzü görünce ayağa kalkıp bizi karşıladı. Kendimize bağdaş kuracak bir alan bulmamızı ve onlara katılmamızı söyledi. Büyülenmiş gibi dediklerini harfiyen yapıyorduk. Geçip diğer insanların arasına oturduk, yüzümüzü güneşe döndük ve gözlerimizi kapattık. Bir yandan, tek gözümü açıp çevremdekilere bakıyordum. Yaptıkları işi ciddiye aldıkları her hallerinden belliydi. Birinin ya da bir şeyin gözler kapalı biçimde selamlandığına ilk defa şahit oluyordum. Birisi beni gözleri kapalı olarak selamlasa, buna bozulurdum.
Ben bu günle selamlaşma meselesini kafamda dolaştırıp, mantıklı bir açıklamaya ulaşmaya çalışırken, yanımda oturan Fran'den tuhaf sesler yükselmeye başladı. Dayanamayıp gözlerimi açtım. Fran, Budist keşişler gibi transa geçmiş, kendi kendine anlamsız bir şeyler mırıldanıyordu:
"Nam-myoho-renge-kyo-nam-myoho-renge-kyo-nam-myoho-renge-kyo..."
"Fran! Hey, Fran!"
"Hmm?"
"Sen ne yapıyorsun?"
"Şşt... Günü selamlıyorum. Hmmmmm-nam-myoho-renge-kyo"
"Günün Budist mantralarıyla selamlandığını pek sanmıyorum, Fran. Baksana, herkes sessiz."
Bunun üzerine Fran bir anda gözlerini açıp, kollarını havaya kaldırarak, koca bir "Of" çekti ve ayaklarını uzatıp, oturduğu yerde bana döndü. Yüzünde mutsuzlukla muziplik arası, ne olduğunu tam çözemediğim bir ifade vardı.
"Bir türlü uyum sağlayamıyorum, Alex! Benim neyim var?" Kızgın gibiydi, "Dışarda herkesin arasında çok fazla deli olduğum için hep uzakta kalıyor, farklı ya da istenmeyen oluyordum. Ama burada..."
"Burada ne?"
"Kahretsin, burada da fazla normalim." Kendimi tutamayıp, gülmeye başladım. "Etrafına baksana, herkes manyağın önde gideni! Biz nereye düştük böyle?"
Kısa bir süre sonra Fran de bana katıldı. İkimiz de kendimizi geriye doğru çimenlerin üzerine bırakmış, içinde bulunduğumuz duruma haykırarak gülüyorduk. Diğerlerinin bu durumdan rahatsız olmaya başladığını, çıkardıkları seslerden, oflamalardan anlayabiliyordum; ama bu umurumda değildi. Bayan Templeton ise oldukça sinirliydi. Gözlerini dikmiş, içindeki intikam isteği yüzünden okunur bir şekilde bize bakıyordu. Fran yattığı yerden doğrulup, Bayan Templeton'a, burada kalacağım süre boyunca bu yaptığı yüzünden minnettar olacağım şeyi yaparak, cehennem çukurunun ilk şahane önerisini sundu:
"Biliyor musun Templeton, sanırım Alex ve ben günü şu kenarda sigara içerek selamlasak çok daha iyi olacak."
*******
"Hey Alex, gezi otobüsünde benim yanıma oturmak ister misin?"
"Ah Owen, aslına bakarsan Fran bu teklifi yapmak için senden önce davrandı."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAÇIK - Çukurun Dibi
Ficción GeneralDelirdiğinizi nasıl anlarsınız? Yani çevrenizdeki tüm insanların size sen delisin, aklını mı kaçırdın, kendine gel artık, gibi şeyler söylüyor olmasının dışında nasıl bir belirti size deli olduğunuzu kabul ettirir? Sonunda, evet dostum ben kesinlikl...