Ayşe'yi orada öylece bırakıp kaçmadım tabi, o beni bıraktı. Hem de kucağındaki o çok değer verdiği şeyle birlikte... Ona küskündüm, ama bunu belli etmeyecektim.
Fabrikanın içinde sesi yankılandığında, başımı eğip işime daha da odaklandım ya da öyleymiş gibi davrandım. Tüm binada adım yankılanırken herkes dönmüş ona bakıyordu, ama ben duymamış gibi davranıyor, beni bulmamasını diliyordum.
İş yerindeyken beni ziyaret etmesini ona yasaklamıştım, ama her zamanki gibi yasakları çiğnemeye devam ediyordu. Bunu yaparken havalı da değildi, aksine beni öfkelendiriyordu.
"Ahmet! Beni duymazlıktan mı geliyorsun?"
Kaşlarımı çattım, saklanmak isteyen bir deve kuşu gibi iki omzumu da kaldırdım, dişlerimi sıktım ve karşımdaki ekranda bekleyen son işlemleri de girdim.
Burada teknolojiden anlamanız için okuma-yazma bilmenize gerek yok. Daha doğrusu makineleri konuşturmak için birkaç renkli düğme ve robotik karakter bilmeniz yeterli.
Gölge kadın duymasın, eğer okuma bilseydim bu çok ilginç olurdu. İşte o zaman tüm diyardaki robotları yönetebilirdim.
Ayşe "Sana çok önemli bir şeyden bahsedeceğim." dedi.
Ölü balık gibi kokuyordu. Yine o deniz kenarına gitmiş olmalı. Oysa kızlar temiz kokmalıydı.
Yüzümü buruşturdum ve "Benimle konuşma." dedim.
"Yoksa çok mu meşgulsün?" dedi.
Ses tonundan benimle dalga geçtiği anlaşılıyordu. Bunu severdi, ama ben sevmezdim.
"Sana buraya gelme demiştim."
Bir süre sessizlik oldu ve bana "Özür dilerim." dedi.
Bakmamaya dayanamadım. Gerçekten üzgün görünüyordu. "Yine ne var?" dedim.
Başını eğdi, bir adım yaklaştı, balık kokusu yoğunlaştı ve bana "Kitap." diye fısıldadı.
Geri adım attım ve " Onun hakkında tek kelime bile duymak istemiyorum." dedim.
O gece kâbus gibiydi ve kitap bana o geceyi hatırlatıyordu. Belki bahsetmedim; bu diyarların sahibi olan Gölge kadın da deniz kenarındaydı ve inanın bana onunla karşılaşmak istemezsiniz. Uzun boyu, sivri burnu ve parlak bakışlarıyla yeterince korkunçken sizi olduğunuzdan daha kötü hissettirir. Hayır, sadece hissettirmez... Cezaları çok sever ve yasakları çiğneyenlerden de hiç hoşlanmaz. Yani hayır kitaptan bahsetmeyecektim.
"Onu okudum." dedi.
"Benimle dalga geçme!" dedim. O fısıltıyla konuşuyordu, ama beni şimdi tüm fabrika dinliyordu.
"Tamam, belki okumadım." dedi. "Ama çözeceğime inanıyorum. Bir takım şekiller ve..."
"Ayşe! Ne yaptığın hakkında hiçbir fikrin yok."
"Ne yapıyor muşum?"
Ona biraz daha yaklaşıp öfkeyle karışık bir fısıltıyla "Bana bu diyarların yabancısı gibi davranma!" dedim. "Kimse öğrenmeden önce o şeyi yok et ya da yerine geri koy."
"Ben bir altın buldum ve sen bunu inkar ediyorsun."
"Bir altın için ölmeye değer mi?"
"Bir altın için hayır, ama bir kitap için evet; ölmeye değer. Düşünsene sadece bir tek kelime bile öğrensem bu asırlar önceki bir bilgidir demek."
Etrafımı kolaçan edip biraz daha kısık sesle şansımı denedim. "Gölge muhafızlarından korkmuyor musun?"
"Nasıl tepki vereceklerini merak etmiyor değilim."
Korku yerine merakı seçen Ayşe karşısında şaşkınlık içinde kalan ben, bu sefer daha yüksek sesle bağırdım. "Delisin sen! Yalnız bırak beni! O şeyi yok etmediğin sürece seninle görüşmeyeceğim."
"Peki, öyle olsun korkak!"
Ayşe topuklarına vurarak uzaklaştığında, diğer erkekler bana bakarak gülüşüyorlardı. Bir korkak olmam önemli değildi ve bir kitap için kendimi öldürtmeyecektim.
Böylece Ayşe'yle bir süre görüşmedik. Onun ne düşündüğü önemli değildi, ama şu kitap şeysi içten içe aklımı kemiriyordu. Bundan dolayı da diyarın grup buluşmalarına gittim. Işıklar, sesler, gürültüler...
Eskiden müzik nasıl bir şeydi bilmiyorum, ama şimdi sadece takırtılardan ibaret. Bazen biri kafanıza vuruyormuş gibi hissediyorsunuz, bazen de sıkıyor gibi... Ama tuhaftır ki insanlar bu buluşmalara gelmeye devam ediyor. Bazıları bu müziklerin Gölge kadının büyüleri olduğunu söylüyor. Gerçeği bilmiyorum, ama düşünmeme engel oldukları kesin ve böylece bir süre daha balık kokulu arkadaşımı ve onun ekmek görünümlü şeysini kafama takmayacaktım.
Derin bir nefes aldım ve diyarın en güzel yerine, kayalıkların ardına gittim. Burada da kayalardan başka bir şey yok, ama güneş bir mavi ışıktan daha fazlası gibi görünüyor. Biraz daha aydınlık ve bu bana özlemini duyduğum bir şeymiş gibi huzur veriyor. Eğer Ayşe yanımda olsaydı, bu diyara yüz yıldır yağmayan yağmurlardan bahsederdi. Neyse ki şimdi kafamı dinleyebiliyorum.
Evet, yağmurları ben hiç görmedim, fakat babaannem anlatırdı. Anladığım tek şey ise bir açık hava banyosu olduğu... Pek de ilgimi çektiği söylenemez, ama bu diyarlara neşeyi getireceği de kesin.
Ah, o da ne? Sanırım bir kuş gördüm, ama hayır! Bu diyarları kuşlar sevmez. Bir kuşu belki en son on yıl önce gördüm, nasıl bir şey olduğunu bile hatırlamıyorum. Ama kanatlar, onları nerede görsem tanırım.
Siyah kanatlar mavi ışığı delip gözümün önünden geçince, koşup kayalıklara tırmandım. O şeyi görmek istiyordum. Belki biraz umut verirdi. Ama gördüğüm tek şey büyük bir bedendi. Karanlık tüylerle kaplı yüklü bir çuval gibiydi.
Bir kuşun nasıl olduğunu hatırlamıyorum, ama bu bir kuş değildi. Büyük ve oldukça şişman bir beden, uzun siyah kanatlar, sivri uçlu bir gaga, keskin gözler, düşük omuzlar ve ayaklar... O şeyler bir insan ayağına benziyordu. Beş parmaklı birer pençe gibilerdi.
Bu şey nedense bana gölge kadını hatırlatmıştı ve fazlasıyla korkmuştum. Kalbim delice çarpıyor ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. O beni görmeden önce bir yerlerde saklanmalıydım, ama devinemiyordum bile! İri tüylü kafasını bu tarafa döndürmeden önce başımı eğdim ve sonra bir sessizlik oldu.
Ve bir çığlık duydum. Hayatımda duyduğum hiç bir şeye benzemiyordu. Grup şarkılarından bile daha sıkıcı, gölgelerden daha karanlık, kayalardan daha soğuk, denizden daha korkunçtu ve beni yakalamak istiyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
K İ T Â P
Short Story*kitapları kemiren böcek 01/09/2019 #spiritüel Yazar: geçmişte kalan Konu: bir avuç gelecek Bir hikâyeden daha çok, bir an gibi... Telif hakkı, gölge diyarındaki mavi güneşin ardında saklıdır; fazla yaklaşmayın, zehirler. ©