Her şeyimi halletmiştim, kıyafetlerim üstümdeydi. Haftaya başlamak için iyi bir havadaydım. Ta ki evden çıkmadan önce çenemdeki sivilceyi farkedene kadar. Odamdaki boy aynasının önünde kitlenip kalmıştım. Sürekli kaşınan ama aynı zamanda acıtan iğrenç kırmızı tepeciğin orasını burasını dürtüyordum. Geç kaldığımı uzun süre sonra farkettim. Bu halde okulda gidecek olmanın verdiği güvensizlikle bütün havam sönmüştü.
Dışarı çıktığımda yine yağmur yağıyordu. Bütün hafta sonu da yağmıştı. Yağmurlu havaları seviyordum ancak dışarı çıkmam gerektiği zaman tam bir kabus halini alıyordu. Durağa gidene kadar şemsiyem olmasına rağmen rüzgarla üstüme gelen yağmur damlalarıyla pantolonum sırılsıklam oluyor, otobüse binmemle bütün yaz soğuk klimayı çalıştırmayan otobüs şoförleri sıcak klimayı sonuna kadar açıyor ve tam bacaklarıma vuran alttaki klimadan bacaklarım alev alıyordu. Yine aynısı oldu.
Sabahları genellikle otobüs boş olduğundan favori yerim olan arka kapının önündeki ters ikili koltuğa yayılarak oturdum. Karşımda, motorun yanındaki üçlüde bir dayı kafayı vurmuş uyuyordu. Horultuları hemen dibimizdeki motorun sesini bile bastırıyordu. Bu kakafoniye daha fazla katlanmamak niyetiyle kulaklıklarımı taktım. O an için gerçekten hislerimi yansıtan Rossini'nin Stabat Mater'ini açtım. Orkestranın ufak girişinden sonra giren koroyla her zaman olduğu gibi tüylerim diken diken olmuştu. Bazen neyse ki bazen de maalesef olarak yorumladığım yolun çok da uzun olmayışı yüzünden eserin yarısına bile gelemeden otobüsten indim. Kulaklıkları çıkarttım çünkü yürürken müzik dinlemekten hoşlanmıyordum; yürümek dikkatimi dağıtıyordu. Basların derinden ve biraz da ürkütücü girişi aklımda sürekli tekrarlanıyordu.
Otobüste dinlediğim eserden miras kalan hafif bir hüzünle tımarhaneye girdim ve koğuşuma çıktım. Girdiğimde en arkada, çevresine birkaç kız toplamış dedikodu yapan İdil'i gördüm. Bu sefer sınıfa girer girmez ilk kontrol ettiğim yer olan Eren'in yerine bakmamaya çalıştım ve sırama geçtim.
Bileğimdeki tokayla saçlarımı arkadan topladım ve çantama eğilip defterimi çıkarttım. Saçlarım tam olarak toplanmak için kısa olduğu için eğilişimle önden iki tutam öne doğru düştü. Doğrulduğumda tek tarafı kulağımın arkasına attım. Açıkçası bu halimde güzel olduğumu düşünüyordum ama kimin umrundaydı ki...
Hocayı beklerken telefonumla ilgileniyordum. Instagrama atma üzere Luthien'in bir fotoğrafını hazırlıyordum. O sırada yanıma birisi oturdu. Kafamı o yöne çevirdiğimde yüreğim ağzıma geldi. Eren bana bakımış sırıtıyordu.
"Dersu senin arkadaşınmış? Hoş çocuk doğrusu..."
"Pek arkadaş sayılmayız."
"Her neyse. Seninle bu tarzda konuşmak istemezdim ama.." Sesini alçalttı ve kulağıma yaklaştı. "Bunun gerçekten duyulmasını istemiyorum."
"Tabii, sen öyle istiyorsan..."
"Teşekkür ederim." Gülümseyip göz kırptı ve kendi yerine geçti. Bir süre bakışlarımı üstünden alamadım. Hocanın sınıfa girmesiyle derin bir nefes aldım ve önüme döndüm.
Son derece iç bayıcı bir dersin ardından teneffüste İdil direkt yanıma ışınlandı. Beni her zamanki soru yağmuruna tutunca yine her zamanki cevapları verdim. Ancak cuma günü gördüklerimi ona anlatmadım. Bu olayın onu yıkacağını bildiğimden onu yıkan kişi ben olmak istemedim. Zaten ona, hoşlanışının en büyük mutluluğunu umutları yaşatıyordu. Ona bu haberi vermek, zaten ölmekte olan bir adamın elinden sigarayı çekip almakla eşdeğerdi.
"Sana göz kırpması hoşuma gitmedi." dedi en sonunda. İçimde ani bir öfke patlaması oldu. Ama İdil'i seviyordum; aptallıkları yüzünden arkadaşlığımızı bitirmek istemiyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Burnt by the Moon (Gay)
Teen FictionSosyal aktiviteler ve mutlu olmak hariç her şeyde başarılı olan Hazar'ın yıkıklık maceraları. Hikaye sona bağlanmadı ama yazmaya devam etmeyeceğim. Kapak bana ait değil. julykings mahlaslı bir Tumblr sayfasından aldım.