Gözlerimin önündeki karaltı yavaşça yok oldu gözlerimi açtığımda. Yanımdaki şelaleden akan suyun çıkarttığı narin sesi dinlediğim zaman içimi bir huzur kapladı. Üzerinde yattığım sarı çiçeklerden, karnım ve göğsümün üstünde de vardı. Bir tanesini elime alıp dikkatlice inceledim. Gerçekten de büyüleyiciydi. Onu nazikçe tutarak sol kulağımın arkasına yerleştirdim. Masmavi, parlak çiçeklerin süslediği bir yolda yürürken etrafa merakla bakıyordum. İlerlerken nehrin üzerinde duran bir kayık gördüm.
"Merhaba... Rica etsem, buranın neresi olduğunu bana söyleyebilir misiniz?" Yüzünün yarısını örten kapüșonu ile bana baktı.
"Burası 'Şelale'. Nereye gitmek istersin?" Söylediklerini anlamaya çalıştım.
"Seçeneklerim neler?" Tek kaşımı hafif kaldırıp merakla baktım onun gözükmeyen yüzüne.
"Sıcakdiyar, Snowdin Kasabası ve Harabeler." Harabelere gitmek istediğimi sanmıyordum. Sıcakdiyar ise... Muhtemelen ismi gibi oldukça sıcaktı.
"Snowdin Kasabası'na gidelim," dediğim zaman bundan memnun olduğunu belli ederce kafasını salladı. Arkasına oturmam için bana biraz yer açtı. Kayığa dikkatlice binip yerime oturduğum zaman birden havaya kalktığımızı hissettim. Kayığın dört tane patisi çıktı ve suyun üzerinde hızla koşmaya başladı. Küçük bir çığlık atarak kayığın kenarına sıkıca tutundum. Bir yandan da adamın mırıldandığı şeye kulak verdim.
"Tra la la, bugün çok güzel bir gün..." Yolculuğumuz böyle geçti. Biraz gizemli biri olsa da onu sevmiştim. Teşekkür edip kayıktan indim ve ön kısmındaki kedi kafasına baktım. Elimi yavaşça uzatıp kafasını okșadım, gülümseyerek arkamı döndüm ve Snowdin Kasabası'nda dolaşmaya başladım. Bir dükkan gördüğümde hızlı adımlarla oraya yürüdüm.
Kapısından içeri girip etrafa baktım. Kafasına pembe bir bere geçirmiş, pembe önlüklü bir tavşan kadın beni karşıladı. Kollarını göğsünün üstünde birbirine kavușturarak mavi gözlerime baktı. "Günaydın, insan. Buralarda yeni yüzler görmeyeli çok olmuştu." Ona sevimli bir yüz ifadesi ile baktım. O ise benim kısa kahverengi saçlarımı incelemeye başlamıştı. "Nasıl yardımcı olabilirim?"
Hafifçe boğazımı temizledikten sonra konuştum. "Canavarlar söylendiği gibi gerçekten iyiler mi?" dediğimde gözlerinde oluşan parıltı dikkatimi çekmişti. Sanki içinde bir şey, ya da birileri, sıkışmış ve çıkmak istiyor gibiydi. Nefesimi kesen bu keskin bakışların ardından gelen nazik, ince ses tonu beni şaşırtmıştı.
"Canavarlar yıllardır tek bir sebep sayesinde yaşıyor. Kralın bize bahșettiği șey, yaşama sebebimiz. Umudumuz. Her gün aynı yüz ifadesi ve sahte bir gülümseme ile dolaşmaktan sıkıldık. Biz, canavarlar, özgür olmak istiyoruz." Fazla uzatmamıș, üstelik soruma tam olarak bir cevap da vermemişti. Bunu bilerek yaptığını bildiğim için üstelememeye karar verdim.
"Anlıyorum, yiyecek bir şeyler var mı burada?" Bakışları gittikçe daha da soğuyordu. Sanki konuştuğum her cümle onu benden daha çok uzaklaştırıyordu, onun bakışları altında ezildiğimi hissediyordum.
"Biraz kurabiye, çay ve turta." Kafamı onaylarcasına salladım. Bana gerçekten de soğuk davranıyordu. Benim bilmediğim, ama bilmem gereken bir şeyi biliyor gibiydi.
"Birkaç tane kurabiye alabilir miyim acaba?"
"Paran var mı?" Bildiği bir sorunun cevabını sorar gibiydi sesi. O an ceplerimde hiç para olmadığını, ama karnımın çok aç olduğunu fark ettim.
"benim hesabıma yaz, bun." Birden arkamı dönerek sağ omzunu duvara yaslamış olan canavara baktım. Tam olarak bir canavar sayılmazdı, daha çok bir iskeletti. Üzerindeki siyah, kürklü ceketi çok beğenmiştim. Altına giydiği siyah şort ise üzerindekine tam uyuyordu.
Bun, onu görünce sevimlice gülümsedi. Sanki vücudunu saran buz gibi soğukluk anında yok olmuştu. "Tabii ki, Sans."
İkisinin arasından çekilmiş, iki adım kenarında duruyordum. Kadın bana kurabiyeleri uzatırken yüzündeki hoş gülümseme silinmemiști. Peçeteye sarılmış kurabiyeleri alıp cebime yerleştirdim. Dükkandan çıkıp bekledim, ardımdan gelen kişiye baktım.
"Hey... Teşekkür ederim. Kurabiyeler için." Gözlerini benim gözlerime odakladı.
"problem değil, ben sans. iskelet sans."
Memnuniyetle gülümsedim. "Ben de Frisk. İnsan Frisk." Yaptığım espri hoşuna gitmiş gibiydi.
"nereden geldin buraya?" dediğinde heyecanla anlatmaya başladım.
"Annemin dediğine göre, canavarlar anlatıldığı kadar kötü değilmiş! Ben de bunu kendi gözlerimle görmek için dağın tepesine tırmandım. Ve işte buradayım."
Tüm bu söylediklerimden sadece bir şey ilgisini çekmiş gibi, canlı bir ses tonuyla konuştu. "annenin adı ne?"
"Chara." Surat ifadesinde bir değişme olmadı. Gayet normal karşılamış gibiydi. Kafasını sallayarak ellerini ceketinin ceplerine soktu ve ilerlemeye başladı. Onu takip etmem gerekiyormuş gibi hissettim, ben de öyle yaptım. Peşinden ilerlerken yürüyüşünün ağırlașmıș olduğunu fark ettim. "Sans, yanlış bir şey mi söyledim?"
Bakışlarını bana çevirdi. Onun kırmızı gözlerine bakıyordum. "hayır frisk, söylemedin." Bir süre sessizce ilerledik. En sonunda sessizliği bozan o oldu. "seni kardeşim papyrus ile tanıştırmak isterdim ama şu an antrenman yapıyor olmalı. onun yerine seni nehir kıyısına götürebilirim. tabii eğer istersen."
Gözlerim şirin bir edayla parladı. "Bu harika olur! Hem, sessiz bir ortam ikimize de iyi gelecektir." Kafasını sallayıp sola dönerek ilerlediğimiz yolu değiştirdi. Onu takip ettiğimde beni getirdiği nehir kenarına baktım. Neșeyle gülümseyerek karların üzerine oturdum. O da yanımdaki yerini aldı.
"eğer üşürsen bilgim olsun." Gülümsememi bozmadan kafamı hızla yukarı aşağı salladım. Nehirdeki fosforlu balıkları seyretmeye başladık, bir süre sonra kafamı ona çevirdiğimde bana baktığını fark ettim. Utanarak kafamı yeniden nehre doğru çevirdim, istemsizce yüzümde bir gülümseme oluşmuştu.
Devam edecek.... <3
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Yer Altındaki Yıldız
FanfictionAnnesi Chara, ona hep bir efsaneden bahsederdi. İnsanlar ve canavarların savaşı bittiği zaman, kaybeden canavarlar yer altına sürgün edilmişlerdi. Eskiden bu canavarlardan birisiyle 'çok' yakın dost olan Chara, yaşadığı şeyleri kızına hiç tüm detayl...