6th floor

649 78 20
                                    

/mucize/

"Demek bilmiyorsun, ha?" Başımı minik bir kız çocuğu gibi sallıyorum ve derin bir nefes alıyorum. Oturduğum yerde doğrulurken, kafamda birkaç mantıklı kelime toparlamaya çalışıyorum fakat biliyorum ki yine aptalca bir şeyler saçmalayacağım. 

Sessiz kalıyorum.

"Tek yaptığın beni bir bilinmezliğin ortasına sürüklemek, Rence." Lanet olsun ki, ne kadar haklı olduğunu biliyorum. Çocukça davranışlarımı, gereksiz kıskançlıklarımı, nedensiz triplerimi bugüne kadar idare etmesine karşın, tüm bu yaşananları hak etmediğini adım gibi biliyorum. 

"Üzgünüm, Calum." 

Bakışlarımı topuklu botlarıma dikiyorum ve Tanrı'dan şu lanet olasıca asansörü daha hızlı hareket ettirmesini diliyorum. Birkaç saniye sonra saçlarıma üflenen sıcak havayla, Tanrı bir günlük iyilik kotamı doldurduğumu üstü kapalı bir şekilde ifade ediyor. Başımı kaldırıyorum ve görüş alanıma giren kahve gözlere dikkatle bakıyorum.

Uzun ve kemikli parmaklarını yavaşça yüz hizama getiriyor ve birkaç tutam saçı kulağımın arkasına sıkıştırıyor. Hüzünle gülümsüyor ve ben gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığıyla baş etmeye çalışıyorum.

"Hayır, değilsin."

Aldığım keskin cevap, boğazımı acıtıyor.

Tıpkı o günkü gibi.

→←→←→←

"Islak mıydı? Hayır hayır, yoksa sert miydi?" 

İğrenç kafeterya yemeklerini yemekten daha kötü bir şey varsa, o da iğrenç kafeterya yemeklerini yerken, en iyi arkadaşınıza sulu veya sert öpücüğünüz hakkında son detayları vermekti.

Doğru ya, şu öpücük.

Bir yanım bunun dünyada gerçekleşen ve gerçekleşebilecek en mucizevi şey olduğunu söylerken, diğer yanım çokta üstünde durmamam gerektiğini söylüyordu. Ah, Calum'un her boku yiyip sonra yüzsüzce inkar eden o piçlerden olmadığını pekala biliyordum fakat işleri ağırdan almak isteyeceğine de neredeyse emindim. 

"Muhtemelen olanları sarhoşluğuma vermiştir, Cassie."

Bıkkınca bir nefes verdi ve sinirle saçlarını savurdu. Mavi gözlerindeki hevesin kademe kademe düşüşüne şahit oldum. Hadi ama, şu dedikoducu en iyi arkadaş olayını aştığımızı zannediyordum. Ona Calum'un penis boyundan, dudak yapısına kadar birçok ayrıntıyı vermemi beklediğini biliyordum fakat o da o kızlardan olmadığımı biliyordu.

Aniden kırmızı çantasını kavradı ve masadan kalkarken şeytani bir biçimde fısıldadı. "Sonra görüşürüz, tatlım!" 

Son kelimeye yaptığı vurgu, yüzümü buruşturmama neden oldu. Bu ses tonundan sonra gelecek bombaya hazırlıklı olmalıydınız. Cassie'nin Elli Tonu: The New York Times Best Seller, millet! 

Ben şaşkınca arkasından bakarken son kez arkasını döndü ve yemekhanenin kapısını işaret etti. Neler olduğunu anca birkaç saniye sonra anlayabilmiştim.

Yanımdaki boş sandalyenin arkaya çekilmesiyle derin bir nefes aldım ve burnuma dolan tıraş losyonunun tadını çıkardım. Onun geldiğini anlamak için Einstein falan olmanıza gerek yoktu. Tek yapmanız gereken kullandığı her parfümü ve tıraş losyonunu derince içinize çekmekti. Ah, birde o kendine has Calum Hood kokusunu. Dahi olmaya gerek yokmuş, değil mi?

15 saniyenin sonunda kafamı o tarafa çevirmemek konusunda hala ısrarcıydım. Sadece bildiğim gerçeklerle yüzleşmekten kaçıyordum. 

Bana dönecek ve kibarca gülümseyecekti, sanki dün akşam dudağımı sertçe ısırmamış gibi. Nasıl gidiyor diye soracak, aldığımız tek ortak ders olan edebiyattan ödev olup olmadığını falan soracaktı. Ardından tekrar kibarca gülümseyip, masadan kalkacaktı. Sanki dün akşam kalbimi elleriyle tutan o değilmiş gibi.

Pesimistlik falan değildi benimkisi, sadece gerçekçi düşünüyordum. Kendimi en kötüye o kadar sıkı hazırlamalıydım ki, yaşanacak olası bir kalp kırıklığından en az hasarla kurtulmalıydım.

Oysa o elleriyle yüzümü nazikçe kavrayıp, kendisine çevirdikten sonra, dudağımın kenarına minik bir öpücük kondurdu. Sanki incinmemden korkuyormuş gibi, sanki en ufak bir hareketiyle büyüyü alt üst edecekmiş gibi.

Onu durdurmadım, yüzümü ellerinden kurtarıp bir yemekhane dolusu öğrencinin arasında neden beni öptüğünü sormadım. Sadece gözlerimi kapattım ve saniyede sonsuz kere atan kalbimi dizginlemeye çalıştım.

Bitmesini istemedim. Tanrı şahidim olsun ki, o anı dondurup buzluğun en derin köşesine kaldırmak istedim. Böylece yaşananlar her rüya gibi geldiğinde, buzluğu açıp, tüm olanların aklımın oynadığı saçma bir oyun olmadığına emin olabilirdim.

Bir mucize gibi kısa ve anlıktı, Calum Hood.

Kusursuzu tanımlayan dudaklar ağır ağır yüzümden uzaklaştı fakat ince parmakları hala çenemi kavrıyordu. Başparmağıyla çenemdeki minik gamzeyi okşarken, yüzünde oluşan o huzurlu gülümsemeyi dikkatle hafızama kaydettim.

"Merhaba, Florence. Seni neden öptüğümü biliyor musun?"

Tereddütsüzce başımı salladım ve zorlukla bulduğum sesimle, "Neden?" diye fısıldadım.

"Çünkü seni öpmek istedim, hala da istiyorum. Uzun bir süre boyunca da isteyeceğimi tahmin ediyorum."

Heyecandan kuruyan ağzımla yutkunmaya çalıştım. Gözlerimi kıstım ve dudaklarımız arasındaki mesafeyi kaba taslak hesapladıktan sonra benden beklenmeyecek bir arsızlıkla sordum. "Ne kadar uzun bir süreden bahsediyoruz?"

Muzip gülümsemesiyle kulağıma eğildi ve boğazımda sıkışıp kalacak o cevabı verdi.

"Çok uzun bir süre,"

elevator | hood *on hold*Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin